Dünyamızın temel sorunlarından biri, birlikte yaşadığımız farklı etnik ve cinsel kimliklerle karşı tahammülsüzlük olsa gerek. Sinema sanatı bu konuda kışkırtıcı ya da iyileştirici bir rol üstlenebiliyor.

‘Öteki’lerin dünyası

Toplumsal yaşamın temel sorunlarından birine değineceğiz bugün. Kendimizi ne kadar demokrat olarak tanımlasak da, toplumsal ortamın dayattığı koşullanmalardan ne kadar kurtulabiliyoruz acaba? Bu soruya dürüst bir yanıt verebilmek için ön koşul, bilgilenmek olmalı. Eski dünyada insan topluluklarının daha homojen olduğu varsayılabilir, ama doğal felaketler ve savaşlar sonucu büyük göçlerle insan topluluklarının birbirine karışmaya başladığı, ulaşım olanaklarının gelişmesiyle bu sürecin daha da hızlandığı bir gerçek. Günümüz dünyasında çok farklı etnik kimliklerle yan yana, iç içe yaşıyoruz.  

Kendine benzemeyen insanlara karşı tahammülsüzlüğün yarattığı sayısız felakete tanık oldu dünyamız. Farklı görünümlere, inançlara ve alışkanlıklara sahip canlıları yok ederek, onların mal varlıklarına el koyan sömürgecilerin ve kadınlara, farklı etnik, dini ya da siyasi kimliklere yönelik  ‘cadı avları’ gerçekleştiren ırkçıların gerçekleştirdiği nice felaket… Ülkemiz tarihi de bu felaketlerden nasibini aldı. Ermenilere, Alevilere ve Kürtlere yönelik katliamlar, ayrımcılık ve ötekileştirmenin tipik örnekleri olan ‘tehcir’, ‘Varlık Vergisi’ gibi uygulamalar yaşandı; insanların ana dilinde eğitim görmesi yasaklandı.  

Hoşgörü mü dediniz? 

Bunlardan söz edildiğinde, hiç kuşkusuz ayıplıyoruz, kendimizi ‘demokrat’ ve ‘hoşgörülü’ olarak tanımlama ihtiyacı duyuyoruz. ‘Hoş gören’ ve ‘hoş görülen’ gibi hiyerarşik bir ayrım içeren ‘hoşgörü’ (tolerans) kavramının yanlışlığına not düşerek, soruyu yalınlaştıralım: söylemek kolay da, gerçekten demokrat mıyız, yoksa benliğimizin bir köşesinde çöreklenen önyargılara, korkulara her an teslim olma tehlikesi ile mi yaşıyoruz? Hadi ülkemizden değil, başka yerlerden örnekleyelim… Nasıl oldu da, bir arada yaşayan Sırp ve Hırvatlar Boşnak komşularını gözlerini kırpmadan katledebildiler? Faşist politikacıların kışkırtmalarına bu kadar kolay kapılmalarının ardında yatan gerçek insan denen hayvanın vahşi doğası mı, yoksa bilgi ve bilinç eksikliği mi?          

İlk olasılığın yanlışlığını gözlemlemek için çevremize (ya da internete) bakmak yeterli. Farklı türlerden hayvanların birbirleri ile nasıl dost olabildiklerini görebiliriz. Farklı türden hayvanlara ‘soykırım’ uygulamış bir hayvan türü tanıyor musunuz? Öyle ise, sorun toplumsal kuralları ve değerleri belirleyenlerden kaynaklanıyor. Tekçi anlayışların egemen olduğu ülkelerde farklı diller, dinler ve de farklı cinsel kimlikler tehdit altında yaşıyor. Egemenler eğitim ve kültür politikalarıyla bu tekçi anlayışı pompalarken, bağımsız kurumlara önemli bir sorumluluk düşüyor. Bir arada yaşama bilincini yaygınlaştırma görevi. Ülkemizde insan hakları dernek ve vakıfları, kadın ve LBGTQ+ örgütleri, Alevi dernekleri, ilgi alanı göçmenler ve mülteciler olan sivil toplum kuruluşları v.b. önemli çalışmalar yapıyor. Sanatçıların bu alandaki çabalarının da çok değerli olduğunu düşünüyorum. Çünkü onların duygu yüklü ürünlerinin, bireyleri etkilemek, onların kendilerini sorgulamalarına yol açmak adına çok etkili olduğunu görüyorum. Tabi, tam tersi bir durum da söz konusu, beyazperde ve ekranlarda izlediğimiz şiddet görüntülerinin, ırkçı, ayrımcı söylemlerin şiddeti kışkırtmaktaki rolü yadsınabilir mi?         

Hayvan Krallığı 

Hayvanlardan söz açmışken, sinemalarımızda şu sıra gösterilmekte olan “Hayvan Krallığı” adlı filme değinmeden geçemem. Thomas Cailley’in yönettiği bu Fransız yapımı, dünyada hızla yaygınlaşan bir ‘hayvanlaşma’ salgınını konu alıyor. Doktorların nedenini ve tedavisini bulamadığı bu salgın sonucu bazı insanların farklı hayvanlara dönüşmesini anlatan bu bilim-kurgu/gerilim filminin dünyada hızla yükselen ırkçılığa, ayrımcılığa dikkat çekmesi açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Ayrımcılığı eleştirmek için etkileyici bir metafor kullanıyor Cailley. ‘Hayvanlaşan’ insanları yok ederek bu sorundan kurtulmaya çalışan devletlerin tutumunu eleştirirken, bu ‘farklı’ yaratıkları yok etmek yerine birlikte yaşamanın mümkün olduğunu anlatmaya çalışıyor. Dünyanın farklı köşelerinde aynı salgının var olduğunu ama Norveç gibi ülkelerde ‘bir arada yaşama’ formülü ile olumlu sonuçlar elde edildiğini vurgulayarak mesajını açıkça ortaya koyarken, atalarımız olan ‘hayvan’larla ilişkimiz üstüne de düşünme olanağı veriyor.      

Sınırları aşmak 

Fantezi yerine gerçekleri beyazperdeye taşıyarak benzer mesajlar veren yönetmenler de var elbette.  Dünya sinemasının son dönemde en gözde temalarından biri olan göçmen/mülteci sorunu üstüne düşünen çok sayıda film yapılıyor. Göçmen sorunundan -tıpkı ülkemiz gibi- ciddi biçimde etkilenen İtalya’da usta yönetmen Matteo Garrone’nin çektiği ve son Venedik Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülünü kazanan “Kaptan Benim!” bu can yakıcı sorunu gündeme getiren en yeni filmlerden biri. Bir başka usta sinemacı, Polonyalı Agnieszka Holland da aynı soruna Belarus-Polonya sınırından bakıyor. Venedik’te Jüri Özel Özdülü kazanan “Yeşil Sınır” ülkelerinden Belarus’a gelen, oradan Polonya’ya yani Avrupa Birliği’ne geçmeye çalışan Suriyeli ve Afgan göçmenlerin dramını etkileyici bir dille anlatıyor. Bu filmleri izleyip de, göçmen karşıtı duygu ve düşüncelerini sorgulamayan izleyici var mıdır acaba?      

Sinemamızın ‘öteki’leri

Dünya sinemasından üç örnekle yetinelim ve gelelim ülkemize. Sinemamıza bu temanın oldukça geç girdiğini söylemek yanlış olmaz sanırım. Azınlıklara mensup sinema emekçilerimizin ancak adlarını Türkçeleştirerek var olabildiği Yeşilçam sinemasının ‘ayrımcılık’ temasına eleştirel yaklaşmak yerine genel geçer yargıları pekiştirici bir rol üstlendiği söylenebilir. Ülkemizdeki farklı etnik, kültürel ya da cinsel kimliklerin ‘stereotip’ kalıplar içinde ve çoğunlukla ‘komikleştirilerek’ verildiği bir sinemadır Yeşilçam. Aykırı örnekler de vardır elbette. Memduh Ün’ün “Üç Arkadaş”ı, Yılmaz Güney’in yazıp, Zeki Ökten’in yönettiği “Düşman”, Tomris Giritlioğlu’nun Yılmaz Karakoyunlu uyarlamaları “Suyun Öte Yanı”, “Salkım Hanımın Taneleri”, “Güz Sancısı” gibi…  

Son yıllarda bu temayı işleyen filmlerin sayısının artması sinemamız adına olumlu bir gelişme elbette. Emin Alper, toplumuzdaki ötekileştirmeyi metaforik bir anlatımla aktardığı “Tepenin Ardı” adlı ilk filminden, toplumuzdaki ötekileştirme sorununu ele alan (iki ayrımcılığı birden merceğine yansıtıyor: ötekileştirilen ‘aydın’ ve ötekileştirilen eşcinsel yönelim) son yapıtı “Kurak Günler”e bu temada ısrarlı. Aynı şey, Özcan Alper açısından da geçerli. “Sonbahar”da ötekileştirilen solcu aydını, “Rüzgarın Hatıraları” ve “Gelecek Uzun Sürer”de ötekileştirilen gayrımüslimleri, “Karanlık Gece”de aydına düşman olan taşranın karanlığını ve şiddetini anlatır. Yeşim Ustaoğlu “Bulutları Beklerken”de Doğu Karadeniz’de kimliklerini gizleyerek yaşamlarını sürdüren Rumları, Kazım Öz, Özgür Doğan, Erol Mintaş, Hüseyin Karabey gibi yönetmenlerimiz ötekileştirilen Kürt kültürünü konu alır.  

Ayrıntılar önemlidir      

Ötekileştirmenin en yeni örneği, bu ay gerçekleşecek 74. Berlin Film Festivali’nin Yarışma bölümüne seçilen “Favori Pastam” adlı İran filminin yönetmenleri Meryem Moghaddam ve Bektaş Sanaeeha’nın  pasaportlarının ellerinden alınarak, Berlin’e gidişlerinin engellenmesi ve haklarında dava açılması.  Daha önce de pek çok yönetmen hakkında benzer uygulamaları görmüştük, İran İslam Cumhuriyeti ve otoriter/totaliter rejimlerle yönetilen diğer ülkelerde… Festival önceki gün bir bildiri ile bu durumu protesto etti. Bakalım bir işe yarayacak mı? 

Örnekleri çoğaltmak yerine, bu konuya ilişkin ayrıntılı bilgi edinmek isteyen sinemaseverlere üç kitap önermek isterim. Hamid Naficy’nin “Aksanlı Sinema – Sürgüne Ait ve Diyasporal Film Yapımı”, Dilara Balcı’nın “Yeşilçam’da Öteki Olmak” ve “Özlem Balcı ile Duygu Kankaytsın’ın “Sanatın Gölgesindeki Kadınlar”ı… Üçü de Ayrıntı Yayınları’nın. Önümüzdeki yazılarda -Berlin dönüşü-  bu kitaplar üzerinde durmak sözüyle, iyi seyirler, iyi okumalar diliyorum.