“Özgür ruhlu ve ikonik…”
Hiçbir çağda birey olmak, bu kadar zor olmamıştı muhtemelen. ‘Yapma’ya odaklı günümüz insanı için ‘olmak’ büyük bir dert. “Olmak” benliğin çekirdeğini oluşturur, ne yaparsanız yapın “olma”dığınız sürece, yapılan her şey geçicidir ve tatmin etmez, çünkü bir anlama dönüşmez, anlamlı gelmez; boşluk duygusu baskın gelir, hayata yetişememe kaygısı bir varoluş sancısına dönüşür.
Günümüz insanının ‘olmak’la ilgili ihtiyacı, doğal olarak reklamcıların da ilgisini çekiyor. Örneğin bir parfüm reklamdaki slogan şöyleydi: “To be. Not to be. Just be.” Sadece ol… Zaten parfümlerin isimleri de sonsuzluk, kaçış vs... Sadece yap, sadece ol, düşünme, karmaşıklaştırma… Sonra parfüm isimleri karmaşıklaşmaya, çekici olanla zehirli olanın karıştığı ifadeler öne çıkmaya başladı. Cinsiyet de karmaşıklaştı, kadınsı erkeksilik, erkeksi kadınsılık… Örneğin bir parfümün reklam metninde şöyle yazıyor: “(…) be yourself (kendin ol) fikrinden gelmektedir. Kendiniz olmanız için size ilham veren, özgür ruhlu ve ikonik bir koku. Erkek ve kadınların paylaşması için özel olarak tasarlandı.”
TAKLİT ETME, YENİLİK YAP
Artık erkek ve kadınlar, aynı parfümü kullanabilir. Ve bu parfüm kendiniz olmanız için ilham veren, sade olduğu kadar sofistike, özgür ruhlu olduğu kadar ikonik… Aslında sadece reklam metinlerini takip ederek içinde bulunduğumuz psikosferi tanıyabiliriz, bizi kuşatan psikolojik ve sosyolojik atmosferi… Önceki yazılarımda bahsettiğim gibi “babasız bir topluma doğru” ilerlerken, kendiliği yapılandıran otoritelere, toplumsal simge ve bağlara olan güven duygusu sarsıldıkça ve o bağlar çözüldükçe insanlar da kendi kimliklerini kendilerinin yaratabileceğine inanır hale geldi. Post-truth denilen çağın arka planını da bu kimlik krizi oluşturuyor. Önceki zamanlardan farklı olarak, yine bir parfüm reklamında karşımıza çıkan “Taklit etme. Yenilik yap.” sloganının gösterdiği gibi, günümüz insanı sosyal kısıtlamalardan özgürleşmeyi amaç edinse de bunun hem taşıdığı risklerle öyle kolay bir şey olmadığını, hem de taklit etmenin kolaycılığına kaçamayacağı için üzerinde bir baskının oluşacağını tahmin etmek güç değil. Kendi olmayla ilgili bu özgürlüğün baskısını hafifletebilmek için yeni kurallara ve sınırlara ihtiyaç duyması kaçınılmaz, ama bu kurallar ve sınırlar o kadar belirsiz ve değişken ki… Ve meseleyi ağırlaştıran bir diğer şey de, kimsenin hiçbir şeyin sorumluluğunu almaması, ya da almak istememesi… İklim krizi örneğinde olduğu gibi, kimse bu krizin sorumluluğunu almıyor. Neredeyse tüketicilerin üzerine yıkılıyor, kişilerin tek tek satın alacakları ürünlerin özelliklerine bakıp, iklim krizine neden olan ürünleri tespit edip tercih yapması gerekiyor. Yangın ya da sel mi, yoksa ekonomik kriz mi fark etmez. Sorumlu olan yok. Siz de dere yatağına ev yapmasaydınız denilip işin içinden çıkılabiliyor. Gıda ürünlerini satın alırken tüketicilerin kendisi denetleyip elemek zorunda. Bunda gluten varmış, bunda gıda boyası kullanılmış gibi… Çocuğunu göndereceği okulu ya da gideceği doktoru kişinin araştırıp kendisinin seçip bulması gerek. Yani her şeyi… Bütün bu seçimlerle uğraşırken kendi iç dünyasına kişi ne kadar zaman ayırabilir ki?
KAYBOLMUŞLUK HİSSİ
İnsanları bir arada tutan toplumsal simge ve değerlerin yokluğunda oluşan otorite boşluğunda, kişiler tıpkı ergenlerin yoğun bir biçimde yaşadığı gibi bir kaybolmuşluk hissiyle baş başa kalıyor… Büyük şirketler, siyasetten bağımsız hale geldikçe, siyasetle hiçbir şeyin değiştirilemeyeceği inancı da güçleniyor. Aşı karşıtları ve taraftarları da bu açıdan iyi bir örnek. Bütün otoritelere olduğu gibi bilimsel otoritelere de güven sarsılmış durumda. Ama bunun nedeni bilimden ziyade, her tür denetlemeden ve sınırlamadan uzak duran şirketlerin konumuna dair şüphecilikte artış. Çünkü sorumlu yok. Aşı karşıtlarının en güçlü argümanı da, aşıdan önce imzalatılan aşıdan doğacak sorunların sorumluluğunun kişinin üzerine yıkılması değil mi? Yine sorumlu yok. Mahkemeye düştün ve ağır bir ceza mı aldın, avukatını iyi seçememişsin diyebilirler, hukuk sistemi yerine kişiyi suçlayarak.
Kısacası, bu hayatta her şeyin tercihi, kimliğimizden bedenimize, tıpkı evimizdeki bir eşyayı yeniler gibi duygularımızdan iç sesimize kadar bize bırakılmış gibi, ama değil… Estetik cerrahi, kişisel gelişim endüstrisi, moda ya da diğer her şey, kendimizi arzumuza göre tasarlamak için hizmetimize sunulmuş gibi görünüyor. Tabii parası ve gücü olanın seçme özgürlüğü de gücü oranında artıyor.
Birey olmak ya da sadece ‘olmak’, toplumsal olandan ve ‘öteki’ olmaksızın mümkün değil. Üstelik birey olmak, öncelikle sorumlu olmak anlamına geliyor. Tek tek insanların kalplerinin olması dışında, ayrıca bütün insanların tek bir ortak kalbinin de olması gerekiyor ki yaşayabilelim.