Bugün sandık başına gideceğiz, nasıl bir ülkede yaşayacağımıza karar vermek için. Özgür ve uygar bir toplum özleyen, politik sorunlar üstüne düşünen sinemacıların yapıtlarına göz atmanın zamanıdır.

Özgürlük için demokrasi için

Haftalardır politika ile yatıp, politika ile kalkıyoruz. Toplumsal sorunlara duyarlı sanatçılar da seçimlere ilişkin düşüncelerini dile getirmekten geri durmuyor. Sanatçı politikaya karışmamalı diyenler de var elbette, onları tanıyoruz. Her dönemde iktidarlardan nemalanmayı hesap eden bu sorumsuz ve çıkarcı meslek erbabını bir yana koyarsak, büyük çoğunluk sözünü sakınmadan düşüncelerini toplumla paylaşıyor.

Bugün seçim yasakları nedeniyle onlara değinemiyoruz, ama sanatçının içinde yaşadığı toplumun sorunları üstüne kafa yormasından daha doğal bir şey olmadığını vurgulamak isterim.

Bizim sinemamızda politik süreçleri yorumlayan, toplumsal değişimi yansıtan filmlerin sayısı pek fazla değil. Yılmaz Güney’den Emin Alper ve Özcan Alper’e uzanan çizgide kaç isimden söz edebiliriz? “Karanlıkta Uyananlar”la Ertem Göreç, “Adak” ve “Bekle Dedim Gölgeye” ve kadın özgürlüğünü gündeme taşıyan filmleriyle Atıf Yılmaz, “Maden” ve “Demiryol” ile Yavuz Özkan, “Zengin Mutfağı” ile Başar Sabuncu, “Ses”, “Sürü” ve “Düşman”la Zeki Ökten, “Endişe” ve “Yol” ile Şerif Gören, “Sis” ile Zülfü Livaneli, “İz” ve “Güneşe Yolculuk”la Yeşim Ustaoğlu, sonraki kuşaktan Reis Çelik, Yusuf Kurçenli, Handan İpekçi, Hüseyin Karabey, Kazım Öz, Aydın Orak gibi yönetmenler ilk akla gelenler… Bazı Kemal Sunal filmlerinin de toplumsal sorunlara yaklaşımı ile günümüz komedilerinin çok önünde olduğu tartışma götürmez bir gerçek. 

Sinemamızda darbeleri konu alan filmler de yapıldı, ama çoğunluğu klişeleri aşamadı. Politik temalar üstüne yapılmış filmlerimizin sayısının azlığının çeşitli nedenleri var elbet. Sansür ve ekonomik koşullar başlıcaları… Kuşkusuz, demokrasinin kuralları ve kurumları ile işlediği, düşünce özgürlüğünün önünde engellerin bulunmadığı, devlet desteklerinde siyasi iktidarların tarafsız kaldığı ülkelerde sinemacılar çok daha özgür çalışabiliyorlar.

Cannes’dan birkaç film        
 

Güncel örneklerden başlayalım. Dün akşam 76. Cannes Festivali sonuçlandı. Bu satırları yazarken henüz ödüller belli değil, ama festivalin genel atmosferinden söz edebiliriz. Politik sinema örneklerinin Cannes Festivali programında önemli bir yer tuttuğu, hatta ödüller kazandığı yıllar olmuştur. Birkaç örnek vermek gerekirse, 1988’de Chris Menges’in ırkçılık sorununu irdeleyen “Ayrı Bir Dünya” (A World Apart), 1995’te Ken Loach’un  İspanyol İç Savaşı üstüne filmi ”Ülke ve Özgürlük” (Land and Freedom), 2009’da Michael Haneke’nin faşizmi konu alan “Beyaz Bant” (The White Ribbon), 2006’da Ken Loach’un İrlanda İç Savaşını anlatan “Özgürlük Rüzgarı” (The Wind that Shakes the Barley), 2016’da gene Loach’un İngiliz Muhafazakar hükümetinin sosyal politikalarını eleştirdiği “Ben, Daniel Blake” (I, Daniel Blake) filmleri öne çıkıyor.    
 
86 yaşındaki Ken Loach bu yıl da Cannes’ın ana yarışma seçkisinde yer alıyordu. Kendi ifadesiyle son filmiyle. Festivalden erken ayrıldığım için izleme şansım olmadı “Yaşlı Çınar” (The Old Oak) filmini. Konusu şaşırtmıyor. Kuzeydoğu İngiltere’de bir madenci kasabası. Üretim durmuş ve nüfusun büyük kısmı kasabayı terk etmiş. Kiralar ucuzladığı için Suriyeli göçmenler yerleşmiş evlere. Kasabanın ‘Yaşlı Çınar’ adlı ‘pub’ı (içki içilen kahvehane diyebiliriz) yerli halkla Suriyeliler arasındaki gerilimin su yüzüne çıkması için en uygun ortam… Politik sinemanın büyük ustası Ken Loach, bu filmiyle üçüncü kez ‘Altın Palmiye’ye sahip olabilecek mi sorusunun yanıtını siz bu satırları okurken hep birlikte öğrenmiş olacağız.

Loach’ın en ciddi rakiplerinden biri, geçen hafta sözünü ettiğim, Jonathan Glazer’in “Zone of Interest”. Faşizmin psikolojisini, yalın ve etkileyici bir dille anlatan filmin adının, İngilizce polisiye olaylarda  ‘şüpheli kişi/zanlı’ karşılığı kullanılan ‘person of interest’e bir gönderme içerip içermediğini bilmiyorum. ‘İlgi Alanı” olarak çevirmek de filmin içeriğini yeterince yansıtmıyor. Her neyse, Ruben Öslund başkanlığındaki jürinin bu filmi önemli bir ödülle değerlendireceğini düşünüyorum. İzleyemediğim filmlerden bir diğeri de çok sevdiğim Finli yönetmen Aki Kaurismaki’nin “Düşen Yapraklar” (Fallen Leaves). Kaurismaki’nin her zaman insan ilişkileri üzerinde yoğunlaştığını biliyoruz. Ama, pek çok filminde olduğu gibi bunda da toplum düzenine ilişkin keskin gözlemler/eleştiriler barındırmış olması kuvvetle muhtemel. Umarım yakın zamanda izleyebiliriz bu filmi. 

Kaurismaki’nin 76. Cannes Festivali ödül listesinde önemli bir konuma yerleşeceğini tahmin ediyorum, sinema yazarlarının verdiği puanlara bakarak. Ama aynı şeyi, günümüz sinemasının bir başka ustası Nanni Moretti için söylemek zor. İtalya’nın politik yaşamına ilişkin eleştirilerini birkaç filminde dile getiren Moretti, “Aydınlık Bir Gelecek”de bir kez daha İtalyan Komünist Partisi’nin tarihine eğilmiş. Sovyetlerin Çekoslovakya’yı işgalinin Partide yarattığı çalkantı üzerinde odaklanmış. Filmin aldığı puanlar oldukça zayıf. Jürinin nasıl baktığını ise hep birlikte göreceğiz… Yarışmada, politik temalara eğilen filmlerden biri de, Nuri Bilge Ceylan’ın “Kuru Otlar Üstüne” adlı son filmi. A-politik bir anti-kahramanın kişiliğinde günümüz Türkiye’sinin aydınlarını eleştiren film, Altın Palmiye değilse de bir başka ödülle dönebilir Cannes’dan. 

Scorsese’den bir başyapıt

Görüleceği üzere, 21 filmlik yarışmada politika öncelikli temalardan biri değil. Ama, yarışma dışı bölümlerde ilginç örneklere rastladık. Geçen yazımda sözünü ettiğim, dinci bağnazlığın altüst ettiği bir ailenin öyküsü olan Tunus filmi “Olfa’nın Kızları” ve Afganistan’da Taliban’ın kadınlara yönelik baskılarını anlatan Sahra Mani’nin “Ekmek ve Güller” dünyanın dört bir yanındaki izleyiciler için uyarıcı, etkileyici çalışmalar. Bu yıl Cannes programının –izleyebildiğim kadarıyla- en önemli filmi Martin Scorsese’nin yarışma dışı programda sunduğu 3,5 saatlik “Killers of the Flower Moon”u. Önümüzdeki yılın Oscar’larında en iddialı olacak filmlerden biri olacağı kuşku götürmeyen filminde, Amerika’nın kuruluş yıllarında, kendilerine bırakılan topraklarda petrol çıkması üzerine zenginleşen yerli ‘Osage’ kabilesinin topraklarına el koyabilmek için, cinayet dahil her türlü yola başvuran beyazların öyküsünü anlatmış usta yönetmen. İnsani değerlere sırt çevirmiş, gözlerini para hırsı bürümüş kurucularına sert bir eleştiri yöneltiyor Scorsese. Katıksız bir başyapıt diyebilirim. 

Politik sinema deyince

Cannes’da, yalnızca bu yıl değil, son yıllarda politik temaların arka planda kalmasını, dünyanın hızla sağa kayması ile mi açıklamak gerekir bilmiyorum. En iyisi gelin, bu türün başyapıtlarından birkaçını anımsayalım. En başa Charlie Chaplin’in “Büyük Diktatör”ünü koymak isterim. Sonra, büyük ustalar İtalya’dan Bernardo Bertolucci (Konformist, 1900), Taviani kardeşler (San Lorenzo Gecesi), Gillo Pontecorvo (Cezayir Savaşı, İsyan), Polonya’dan Andrzej Wajda (Küller ve Elmas, Vaatler Ülkesi, Mermer Adam, Demir Adam), Macaristan’dan Istvan Szabo (Baba, Güven, Mefisto, Albay Redl, Hanussen), Hindistan’dan Satyajit Ray (Ev ve Dünya), Yunanistan’dan Theo Angelopoulos (Kumpanya, Avcılar, Büyük İskender, Kitera’ya Yolculuk, Ulis’in Bakışı, Ağlayan Çayır), Fransa’dan Jean Renoir (Harb Esirleri, Hayat Bizimdir), Rene Clair (Özgürlük Bizim), Jean-Luc Godard (Herşey Yolunda, Doğu Rüzgarı), Alain Corneau (Petain), Costa Gavras (Ölümsüz, Sıkıyönetim, İtiraf, Amen, Hanna K), İspanya’dan Carlos Saura (Ay Carmela), Euzhan Palcy (Kuru Beyaz Bir Yaz), Britanya’dan Ricahrd Attenborough (Gandhi), Stanley Kubrick (Zafer Yolları, Spartaküs, Full Metal Jacket, Dr. Garipaşak), Jim Sheridan (Babam İçin), Michael Radford (1984), Almanya’dan Margarethe von Trotta (Rosa Luxemburg, Kurşun Yılları), Volker Schlöndorff (Teneke Trampet, Damızlık Kızın Öyküsü, Diplomasi), Küba’dan Gutierrez Alea (Az Gelişmişlik Anıları), Glauber Rocha (Siyah Tanrı Beyaz Şeytan), Arjantin’den Solanas (Fırınların Saati, Güney, Tangolar), Luis Puenzo (Resmi Tarih), Mısır’dan Yusuf Şahin (Merkez Garı, Elveda Bonapart), Rusya’dan Sergey Eisenstein (Potemkin Zırhlısı, Ekim, Grev), Mihail Kalatozov (Ben Küba), Nikita Mkihalkov (Güneş Yanığı), Haiti’den Raoul Peck (Lumumba), ABD’den Warren Beatty (Kızıllar), Roger Spottiswood (Ateş Altında), Oliver Stone (Salvador), Steven Soderberg (Che). Daha çok isim sayabiliriz; Afrika sinemasından Osman Sembene, Çekoslovakya’dan Jaromir Jires, Jiri Menzel, Vera Chytilova… Köşemin sınırlarına geldim, burada keseyim. Nice diktatör sinemaya malzeme oldu; Hitler, Mussolini, Franco, Idi Amin, Somoza, Pinochet… Ne yazık ki, başkaları da izleyecek onları… Ama, onlara ilişkin filmlerin hiçbiri kalıcı olmadı. Özgürlük kahramanlarının filmleri ise hiç eskimedi, eskimeyecek… Son söz: aman sandığa gitmeyi ihmal etmeyin.