İktidar bloku çatlayıp parçalanarak birbiriyle ölümüne savaşan iki cepheye ayrıldı ya, AKP ya da Cemaat’in medyaları da bu savaşın piyadeleri olarak en ön safta vuruşmaya başladılar. Âdettendir; savaşlarda müttefik aranır! Daha çok, güçlerin dengeli olduğu dönemlerde her iki taraf, eşitsizlik durumunda da güçsüz olan can simidi olarak müttefike sarılır.

30’uncu yılına yaklaşan gazetecilik hayatımda, burada ve birçok başka memlekette, ben de bu meslek adına yürütülen savaşların piyadesi oldum hep. Yaşar Seyman “Bir kelebek kadar ömrüm olsa, örgütlü yapılarda tüketirim” cümlesini daha kurmamışken, öyle inanan ve yaşayan biri olarak gazeteciliğimin ilk gününden beri meslek örgütleri içindeydim. Meslek örgütlerimizle, ifade ve basın özgürlüğüne saldıran herkesin karşısında durduk. Dövülen, sövülen, yasaklanan, yargılanan, tutuklanan, vurulan meslektaşlarımızın yanında olduk.

Sağ olsun; Zaman gazetesi geçen gün sayfalarında kurduğu “Demokrasi Kürsüsü”ne çıkardığı “medyayı susturmaya tepki gösteren yazarlar” arasına BirGün’den Ayça Söylemez, Kaan Sezyum ve Tarık Şengül’le birlikte beni de almış. Başlığa bakarsanız hiç şaşırtıcı değil; çünkü meslek hayatım boyunca hep “demokrasi kürsüsü”nde ve hep “medyanın susturulmasına tepki gösteren” bir yazar oldum.

Star gazetesinde de, “gezi zekâlı” iltifatını hak etmeyen bir yazıyla, “Paralelci dostu kesilen Kemalist, liberal ve solcu gazeteciler” arasında sayılmışız. Bizim yazdıklarımıza değil de, Zaman’ın kürsüye çıkardıklarına bakarak, bir araya gelebilecek gelemeyecek isimleri aynı torbaya doldurmuşlar.

İtiraf edeyim; ben şimdi birbirinin boğazına sarılan bu “arkadaşlar”la zaman zaman, epey eski zaman, aynı kürsüye çıktım. Şimdi, iktidarı paylaşamayıp birbirine düşen ikiz kardeşler, Zamanlarıyla, Yeni Şafaklarıyla, iktidarda olmadıkları dönemde, muhalifken, iktidardaki hallerinden epey farklı “gazetecilik” yapıyorlardı. AKP iktidarında, “kurban oldukları” onlara da “verdikçe vermeden” önce, birlikte çıktığımız panellerde, toplantılarda özgürlük ve adalet savunusunda o kadar hızlı, medya patronlarına ve iktidara söz söylemede o kadar cesur olanları vardı ki, kendi hızımdan ve cesaretimden kuşku duyardım!

Sonra iktidar oldular; can ciğer kuzu sarması, yağan yağmurda da kızdıran güneşte de birlikte yürüdüler. O yürüyüş sırasında, Türkiye basın özgürlüğü açısından sürekli geriledi. Cezaevindeki gazetecilerin sayısı dünya rekorları kırmaya başladı. Gazeteciler arasında tehdit algısı o kadar büyüdü ki, asla bir araya gelemeyecek meslek örgütleri bir araya geldiler. Neredeyse 100 meslek örgütünün katılımıyla Gazetecilere Özgürlük Platformu kuruldu. Cezaevindeki gazetecilerle, onların aileleriyle dayanışma kampanyaları düzenlendi. Kampanyalar uluslararası düzeylere taşındı. Dünyanın gazetecilik örgütleri ve dünyanın gazetecileri dayanışma için buraya, duruşmaları izlemeye, basın özgürlüğü etkinliklerine geldiler.

Şimdi bizi basın özgürlüğü kürsüsüne çıkaranlarla, o kürsüye çıkarıldık diye “paralelci dostu” ilan edenlerin “kaynaşmış bir kitle” oldukları günlerdi. El ele, kol kola cansiperane çalışmakta, dernekler kurmakta, kurdukları dernekler üzerinden bizim “gazetecilere özgürlük” kampanyalarımızı boşa çıkarmaya çalışmaktaydılar. Yurtdışından buraya bir duruşma izlemeye gelen her gazeteciyle temasa geçer, “Sadece onları değil, bir de bizi dinleyin, cezaevinde gazeteci yok, Türkiye’de basın hiç bu kadar özgür olmadı” derlerdi.

Muhalifken, altta kalmışken özgürlük ve adalet diyenleri, iktidarken görmek gerekir! Özgürlükçülük, iktidarla imtihanından geçerse, özgürlükçülüktür!

Adaletin de, özgürlüğün de tanrıçaları vardır, tanrıları değil; Atinalı Themis, Romalı Feronia. Ne Themis ne Feronia, iktidarken kendilerine tecavüz eden birinden yana olabilirler. Adalet ve özgürlük, ne kırk katırı, ne kırk satırı tercih eder! Onlar, her durumda tecavüze karşıdırlar. Katır satırı tepmeye, satır katırı kesmeye kalktı diye biriyle ittifak etmeleri gerekmez!