Bıyıkları hep uzun, faulleri hep kısa, kolları hep uzun, saçları hep kısa. İki metreye yakın, dev gibi adam. Bin dokuz yüz otuz yedide doğmuş. İlkokuldaymış, on beş yaşında, öğretmenine kar topu atmış, içinde bir saklı taş varmış, vurmuş, öğretmeni kızmamış, sevgiyle öpmüş. Öğretmeni dediysem, hepimizin öğretmeni oldu sonra. Kemal Güngörmüş, başta kendininkileri, sonra başka çok iyi evlatları yetiştirdi, kavuşturdu.

İbo’yu görmüş, Vartinik’ten Mamekiye’ye bir cemseye bağlı donmuş ayaklarıyla çekilirken, Deniz’in radyoda asıldığını duymuş, ağlamış. Duydum, ben daha olmamıştım, ama bir sabah kalktım, sobanın başında ağlıyor, demlik soba üstünde ağlıyor, köşede Sey Bakıl. Acısını çekmek için gizlenen bir hayvanın hıçkırığı ve inlemesiyle. Korktum, ağladım da, ey Sey Bakıl ağlıyor. Zülfikâr Ali Butto’yu asmış Ziya Ül-Hak, ona içerlemiş.  

Tam sekiz çocuk yapmış, ikisi sonra ölmüş, biri bebekken, öteki kırkında. Kırk yaşında bir adamken yitip gitmiş Ali Rıza. Kocaman elleriyle hep direksiyon sallarmış, çocuklarını okutmuş, torunlarını sevmiş, rakıyı elli yıldır hiç azaltmamış. Ki hiddetle kavga ettiğimiz çoktur.  

Sey Bakıl onun kok adıymış. Köyden kalmış. Sey, Seyit demek, Bakıl akıllı. Seyitlik, Ehlibeyt soyundan bir ağır mirasmış. Seyit Ali demişler nüfusta. Çevre köyün sakinleri hep Sey Bakıl. Hep kalın orlonlu bir kazak, altında koyu renkli kalın gömlekler giyermiş. Şoför kısmı çünkü dağları taşları aşar, kum, taş, sebze taşır insancıklara. Bazen Awrupalara yolcu, hacca mümin. Rusya’ya da gitti bir ara, sisli bir umudun peşine düşen yenilmişlerle. Mazot kokusu, kar kokusu, ağaç kokusu, dağ kokusu yollarda hep yoldaşıymış.

Bizim oralara daha devlet gelmeden, insan, insanın hakkını gözünden, dilinden, renginden, kendinden, tanır bilirken yani, 12 Mart’a beş kala, Sey Bakıl’ı gözaltına almış polis. Bir acaip, keyfi işten. Sey Bakıl’ın babası, kardeşi, köylüsü karakolu basmış. Avukatı, hukuku, savcıyı bilmezlermiş. Kavga döğüş bırakılmış Sey Bakıl. Ne ifada, ne mustantik.  

Yedi çocuğun yere döşek serip kıkırdayarak uykuya daldığı her evin duvarında bir Ali vardı, sağ elinde bir Zülfikâr, sol elinin altında bir cici aslan. Bizim dört dağ içi mahsurların değişmez Pexamberi. Dewa Kuresu da Aliye Mankili kimilerine göre evliya, kimilerine göre bir Kırmanc Pexamber, Erzınga’da Başköylü Hasan Efendi yine bir evliya, başka bir Kırmanc Pexambermiş.

Sey Bakıl bize hep sevgiyi, bilgiyi, kabadayılıktan uzak yaşamı anlattı durdu. Zalime boyun eğmemeyi, hiç kimseye zarar vermemeyi. Ona da babası anlatmış. Sey Bakıl şimdi bir uzak şehirde yaşar. Doğduğum, suyunu içtiğim yer. Aramızda binlerce yıl, yol, çamur, dağ, telefon, uzak. Orada durur, habersiz, hep bana öğretir, arada fısıldar. Kitaplardan, pergelden, amfiden, Meclis’ten, cemden, demden evvel Sey Bakıl’dan öğrendim. O da benim ebedi rayverim, mürşidim, Pexamberim.

Binlerce yıl evveli, İsa tedavi olmak için ayağında bir yarayla bir fahişeye gitmiş. İsa, henüz Tanrı’nın oğlu İsa değil, bir balıkçıymış. Kadın ise Magdalalı Maria, Mecdelli Meryem değilmiş. Her ikisi aşktan ürpermiş, dünya kan bekleyen iştahlı bir akbabaymış. Balıkçı, kadının bedenini tadıp hayatını neyle kazandığını öğrenmiş, sırtını dönmemiş, kadını üstelik havarilerin önünde defalarca öpmüş. Fahişeyi sevmiş, kadın onun hep gölgesine bakmış, İsa, gölgemin olduğu yerde olmak isterim, demiş, eğer gözlerin oradaysa. Adamın ayağındaki irinleri temizleyen melekler değil, kadının aşktan titreyen elleriymiş, kadının içindeki yedi şeytanı kovan İsa değilmiş.

Dünyaya tam yüz yirmi dört bin peygamber gelmiş, Hıristiyan İsa ile Müslüman Muhammed de içinde. Kuran İsmail’den Yunus’a, Adem’den Lut’a tam yirmi dört peygamberi birden saymış. Peygamber de insanmış. İnsan hep eleştirilir, yerilir, övülürmüş. Bizde Aliye Mankıli’nin, Başköylü’nün hikâyeleri, duvardaki Ali’nin resmi, kuşaktan kuşağa, güldüren, kızılan, sorduran, neşelendiren bir adetmiş.