Bugün benim için çok travmatik bir şey oldu.

Akşamüstü beş buçuk civarında yoğun bakım koridorundaki odama girerken üç kız çocuğu koridor kapısını tıklatıp, kapıyı açmamı istediler. “Hayrola bu saatte ne işiniz var?” dedim. Üçü hep bir ağızdan “Arkadaşımız var, yoğun bakımda yatıyor.” dediler. “Ama bu saatte olmaz ki, hem orası yoğun bakım, herkes giremez. Yarın veya iyileşince görürsünüz” dedim.

Travmatik cümleyi duyana kadar sorun yoktu.

Çocuklardan biri “Ama bizim zamanımız yok ki, arkadaşımızın beyin ölümü gerçekleşti” dedi.

Ne diyeceğimi bilemedim. Önce “Ben hastanızı tanımıyorum, ne olmuş, nasıl olmuş?” diye sordum. Sürekli ağlayan kız “Babası ölünce dokuz tane kalp ilacı içip intihar etmiş” dedi.

Ne yapmalı bilemedim.

Bir an gözümün önüne, yoğun bakımda entübe edilmiş, yüzü gözü şiş, her bir tarafından kanül, damar yolu, kablolar çıkan bir çocuk geldi.

Karar verdim, görmemeliydiler.

Arkadaşlarını en güzel haliyle, neşeli, gülerken hatırlamalarını önerdim. Eğer yoğun bakımdaki durumunu görürlerse o gülen halini gözlerinin önüne getiremeyeceklerini, bu durumun onlar için yıpratıcı olacağını anlattım. Doğal olarak üzüleceklerini, cenazesinde kahrolacaklarını, ama onu gülen gözleriyle anımsadıklarında acılarının daha kısa sürede közleneceğini söyledim.

Çocuklar yaşlı gözlerle, sakin bir şekilde beni dinledi.

Sarışın kız kalkarken, “Bizim için bir şey yapabilir misiniz?” dedi. “Bir kâğıda mesaj yazsak, başucuna koyar mısınız?”

Küçük kâğıtlardan verdim, bir de siyah yazan kalem uzattım. Biri “Hangi rengi severdi?” dedi. Diğeri “mavi” deyince, kâğıda yazan kız “Mavi kaleminiz var mı?” dedi. Bir tane bulup verdim.

Kağıdı bana verdiler, hızlıca yoğun bakıma gidip sağ omzunun altına sıkıştırdım: “Seni çok seviyoruz”, altında da isimleri yazıyordu.

• • •

Ahmet Keskinoğlu benim kadim arkadaşımdır. Liseyi aynı okulda, son seneyi aynı sınıfta okuduk, Cerrahpaşa’ya birlikte girip Bakırköy’deki öğrenci evimizde bol bezelye konserveli yıllarımızı beraber geçirdik.

Ahmet şimdilerde Ege Üniversitesi Çocuk Nefroloji’de doçent.

Yukarıdaki satırları facebook sayfasından aldım.

• • •

Hekimlik, zannedildiği gibi tetkik, tahlil, teşhis, tedaviden ibaret değildir.

Performans, ciro, döner sermaye, şu işlem kaç lira, bu ameliyat kaç puan eder, hiç değildir.

Babası ölünce intihar eden küçük kızın dramına tanıklık etmektir hekimlik.

Ziyaretine gelen arkadaşlarının duygularını anlayabilmek, o duygulara hürmet göstermek, onlarla birlikte üzülebilmektir.

Onların, arkadaşları mavi rengi sevdiği için mavi kalemle yazdıkları notu, yastığının altına iliştirmeyi görev bilmektir, hekimlik.

• • •

Bu ülkenin muktedirleri hekimliğin insani özünü hiçbir zaman anlamadılar.

Bu nedenle, geçenlerde ölen o diktatör sadece bir halk düşmanı değil, aynı zamanda hekim düşmanıydı da.

Darbeyle iktidara el koyduktan sonraki ilk işlerinden biri, şimdiki gibi özel hastanelere ucuz işgücü bulmak için değil, gerçekten toplum yararına çıkarılmış Tam Gün Yasası’nı kaldırmak oldu.

(Nasıl olurdu da bir tabip albay kendisinden fazla maaş alabilirdi?)

Sonra bir de Mecburi Hizmet Yasası çıkardı.

(Kendisi yaptığına göre, doktorlar niçün yapmasındı?..)

Görev süresini dolduran doktorun köyden ayrıldığından şikâyet eden ahaliye de o veciz ifadelerinden biriyle cevap verdi.

Ağaca bağlayın, kaçmasınlar!..

• • •

Peşinden gelenler de hayırhah değillerdi ama…

Hekim düşmanlığı bayrağını daha da yukarılara taşıyan Tayyip Erdoğan oldu.

“Ben doktorlara iğne yaptırmam, adamı felç ederler icabında!”yla başladı…

(Hazret, hakikaten de, Belediye Başkanlığı döneminde omzu çıkmıştı da, ortopediste değil çıkıkçıya gitmişti.)

Grev yapan doktorlara, “Çalışmak istemiyorsanız çekip gidin!”le devam etti…

“Doktor efendi dönemi bitti!”yle noktayı koydu.

(Noktayı koydu, dediğim; şimdilerde muhtarlara nutuk atıp miting meydanlarında Kuran sallamaktan doktorlara çatmaya vakit bulamıyor. Yoksa her an her şey beklenir.)

12 Eylül AKP’yle devam ediyor diye boşuna demiyoruz.