UNESCO’nun kaybolmanın eşiğinde dediği Zazaca’yı çok sevdim. Heyzan ninemin, Arzê annemin diliydi. Her gece uyandırıp, boynunu öptüğü keçisinden sağdığı bir tas sütü verdiğinde, başımı okşar gibi tutar, diğer elindeki tası, hep ‘bısıme cigera’m, diyerek ağzıma yaklaştırırdı. Yorganın altına çekildiğimde, küçücük gözlerini, ellerini, canını büyüt, sahip çık, derdi fısıltıyla. Sabah elleriyle -nereye kaldırdığını iyi bildiği- hep aynı tarafa döner, güneşle göz göze gelir, Ya Xızır domonê ma bextê to dera, diye inlerdi. İnceden ağlar mıydı, yoksa umuttan mıydı, bilmezdim. Ilık sütle bölünmüş çocuk rüyalarımda annemin Zazaki sözcükleriyle büyürdüm.

Annem bu dilin adını, Zonê Ma diye söylerdi, bu ad etnik olarak nötrdür, dillerin nedense uluslara aidiyeti anlattığı ezel-ebed dünya üstünde, Zonê Ma hiç bir ulusa çağrı yapmaz. Sanırım bir de Kızılderililer’de benzer adlar varmış.

Bu güzel ama mahzun dilin binlerce rındek kelimesi vardır, ama biri var ki çok derindir: Rozê. Roz, gün demektir, rozê ise belirsiz bir gün. Bu bilinmeyen gün geçmişte olabilir. Annemin dilinin bir adı olan Zonê Xızır’ın Hızır’ı ile ilgili bir mesel anlatıldığında, mesela, Xızır bir gün filanca fakirin evine gitmiş, derlerdi. Hızır gitmiş gitmiş de, ne zaman, dün, geçen yıl, otuz sekizden evvel, milattan önce, herkes sus pus, hiç kimse bilmez. Saç-sakal ve bıyık birbirine karışmış yaşlılar bir meseleyi anlatıp da, zaman mefhumundan habersiz olduklarında, roze biyo, diye söze girerlerdi. Tüm dillerde masalların giriş kelimeleri, o ünlü (bir varmış, bir yokmuş) deyişi bile, Zonê Ma, rozê, kelimesiyle başlardı.

Rozê bir de geleceği anlatır. Annem oğlunu, kızını, sonra bu yakınlarda torunlarını büyütürken hep, rozê yena, derdi. Okulu bitirir, sınavı kazanır, askerden döner, evlenir, çocuk yapar, büyük adam olur, falan filan. Oğulları, kızları, torunları bir gün gelir, bunları elbette yapardı. Annem inanır, güvenirdi.

Hani seksen öncesi devrimciler, biz kazanacağız bir gün, o büyük günü göreceğiz yoldaşlar, derler, sloganlar atar, -annem gibi göğe- kaldırdıkları yumruklarıyla hayleme yaparlardı ya, işte rozê, o büyük günün adıdır. Devrimciler kuşkusuz ki halkımızla birlikte bir gün devrim yapacaklardı. İnançları tamdı. Yeraltında yatan Özenç bile, birlikte gittikleri Hıdır’la hiç kimse farketmeden o görkemli güne katılacağını söylemişti. Rozê, burda eski zamanların olmuş bitmiş pişmiş mesellerinin kelimesi olmaktan kurtulur, masmavi bir umudu anlatır. Annemin torununa duası gibi.

Bir de on iki kelimesi var. Zonê Ma ile des u dı denir. Oruç, dua, wayir, fakır, esirgeme, bağışlama, on ikilere yakılırdı. Üçtüler, yediydiler, on dört masumu paktılar, on yedi kemerbezdiler, ama on ikiler başka bir alemdendiler. Dört dağ, iki keçi, bir kom, bir çeşme içinde, sabah akşam söylenen pısımlaydan ibaret dünyamızda, çocukluk yeminlerimiz bile, On İki İmam olsun, diye başlardı. On iki imam denen kafile, en az Hızır kadar yiğitti.  

Sözün kısası yoldaşlar, rozê, geçmişin ve geleceğin kelimesiydi. Bu satırları yazdığım güzel gazeteye, bu eski adı verenler, annemin ve devrimcilerin umutlarını temsil eden o büyülü sözü şüphesiz bilerek kullandılar. Türkçe ile Zazaca, aynı güzel kelimede, aynı idealler ve umutlar için birleşti. Dil kaybolmasın, Hızır korusun, çocuk okusun, keçi sütten kesilmesin, okuyan iş bulsun, torun evlensin, devrim olsun, Özenç’le Hıdır kara toprak altında gülsün, istediler. Bir gün başaracağımızı biliyoruz, on iki sene evvel başlayan yolculuğumuz öfkeyle, umutla, neşeyle, mizahla, çokça renkle, sürüyor, sürecek. Nice nice on ikilere Rozê, iyi ki varsın BirGün.

Rozê: bir gün, bısıme cigera’m: İç canım, ya xızır domonê ma bextê to dera: ya Hızır çocuklarımı sana emanet ettim, zonê ma: dilimiz, rındek: güzel, zonê xızır: Hızır’ın dili, rozê biyo: bir gün olmuş, rozê yena: bir gün gelir, hayleme: gürültü-patırtı.