Rumaan Alam'ın romanından sinemaya uyarlanan 'Dünyayı Ardında Bırak' apokaliptik filmler arasında yerini aldı. Rumaan Alam'ın bu romanı, pandemi günlerinde yayımlanmış, o günlerin atmosferini yansıtması açısından oldukça başarılı. Filmi izleyenler, kendilerinden çokça şey buldu muhtemelen, özellikle Julia Roberts'ın oynadığı karakterin "İnsanlardan nefret ediyorum" sözleriyle filmin başlaması, çokça tanıdık gelmiştir pek çok kişiye.

İNSANLARI SEVMEMEK

Filmin yönetmeni Sam Esmail, eleştirilere göre romandan epey farklı bir yapı kurmuş filminde, karakterler daha çatışmalı, daha tek başına, daha tekinsiz... Adeta asıl kıyametin insanların iç dünyalarında koptuğunu işaret etmiş. Tek tek bireyler korkunç ya da tuhaf olaylara tanık olsalar da bunları birbirlerine anlatmaya isteksizdirler, ya geçiştirirler ya da eksik anlatırlar. Sanırım Sam Esmail, gerçekliğin parçalanmasını işaret ediyor, deneyimlerin bütünlüğünü yitirmesini. Filmi daha da tekinsiz ve çarpıcı kılan da bu özelliği olsa gerek. Aslında, bir yandan da korkunç ve tuhaf olaylara tanık olan bu karakterler, sanki bilgisayar oyunlarındaki avatarlar gibi tepki veriyorlar, düştüğü yerden kalkıp devam eden, kolay kolay hiçbir şeyi gerçek bir deneyime dönüştüremiyormuş gibi. Bu yüzden bir kıyamet filmi değil 'Dünyayı Ardında Bırak', yabancılaşmanın, parçalanan gerçekliğin, iletişimsizliğin, tek başınalığın, yani bir ruhsal kıyamet filmi... Otomatik sürücüsü olan otomobillerin bir noktaya gelip çarparak birikmesi gibi, kontrolden çıkmış dijitalleşmenin etkisini göstermesi açısından da çarpıcı.

AZİM VE HEVES

Amanda'nın "İnsanlardan nefret ediyorum" sözünden evvel söyledikleri sağlam ipuçları veriyor. Robot gibi çalıştığından, eşinin sürekli kaygılı oluşundan bahsediyor. Sabah güneş doğarken evinin penceresinden bakıp insanların güne büyük bir azimle ve hevesle başladığını izleyip heyecanlanıyor. Sonra dünyanın gerçekte nasıl bir yer olduğunu hatırlayıp şöyle düşünüyor: Bütün bu azim ve heves, sadece kendileri için. Film ilerledikçe Amanda'nın değişimine tanık oluyoruz, özellikle geyiklerin karşısında çığlık çığlığa siyahi bir genç kızı korumaya çalışırken.

BEN-DÖNGÜSÜ

Byung Chul-Han, 'Ötekini Kovmak' kitabında, dijitalleşme yüzünden insanın nasıl ben-döngüsüne girip öteki'nden koptuğunu, bu kopuşun deneyimi nasıl sakatladığını ve 'acı'yı bizden nasıl uzaklaştırdığını anlatır: "Bir şeyle ilgili deneyime sahip olmak demek, 'onun bizim başımıza gelmesi, bize isabet etmesi, üzerimize çökmesi, bizi alt üst etmesi ve dönüştürmesi' demektir." Ama bu olmaz. Deneyimin özü olan acı yaşamaz. Chul-Han'ın 'ben-döngüsü' dediği şey, insanın sosyal medyada sadece kendisine benzer insanları takip etmesi, hatta bu benzer insanlarla 'aynı' olma çabasıdır. Bu aynılık, ötekilerden uzaklaştıkça nefreti büyütür ve kutuplaşmaların içsel altyapısını kurar.

OLUMSUZLUKLAR

Filmde olumsuzluklardan bahseden azdır, sadece siyahi genç kız ve belki biraz Amanda. Olumsuzluk, gerçeklikle bağın yeniden kurulmasını, düşünmeyi gerektirir çünkü. Belki de sadece umutsuzluk değildir düşünmeyi engelleyen, olumsuzluklar üzerine kafa yormanın yorucu ya da anlamsız gelmesi de etkilidir. Olumsuzlukların düşünüldüğü sahnelerde de düşünmenin bir işe yaramadığı, büyük başka güçlerin özneyi geçersizleştirdiği, yani bir şey yapma konusunda herkesin etkisiz olduğu ima edilir. Yaşanan felaket karşısında kimse gerçekte ne olduğunu tam olarak bilemez, deneyimlerini paylaşamaz ve analiz edemez. Asıl felaketin ve kıyametin gerçekliğin ve deneyimin bu parçalanmış hali olduğunu anlatıyor Sam Esmail.