Babamdan en çok duyduğum ve öğretmeye çalıştığı şeylerin başında ‚sağlam durmak‘ gelirdi. Sağlam durmak, katı olmak anlamına gelmiyordu, dağılmadan durabilmek, yıkıcı bir üzüntü yaşasan da durup belli bir mesafeden duyguna bakabilmek, çözümsüz ya da çaresiz hissetsen de gücün yettiğince ayakta kalabilmek. Sağlam durmak, özellikle dünyanın geçtiği böylesi karanlık bir süreçte daha da anlamlı.

İnsanın sağlam durabilmesi için hayatı, kendini ve etik değerleri ciddiye alması ve gerçeklikle bağını koruyabilmesi gerekiyor. Bütün bu ‚sağlam duran‘ insanların ortak özelliği, kendilerini ‚büyük insanlık hikâyesi‘nin bir parçası olarak görmeleri. Bu hikâyenin korkunç kısımları olsa da, en umutsuz zamanlarda dahi birileri ortak evrensel ilkeler üzerinden yeni bir hayata çağrı yapan eserler meydana getirmekten, mücadele etmekten geri durmadı. Örneğin II. Dünya Savaşı‘nda Beckett, Fransa‘da direnişçilere katıldığı için Gestapo tarafından aranırken saklandığı yerde ‚Godot‘yu Beklerken‘i yazmıştı. Bütün dünya yanarken biri tiyatronun kült eserlerinden birini kaleme alıyordu. Ve daha on binlerce örnek verilebilir. Büyük insanlık hikâyesi, bütün inişli çıkışlı dönemlerine rağmen ‚sağlam duranlar‘ sayesinde devam etti, edecek… 

RADİKAL YAS

Adam Phillips‘in ‚London Review‘ dergisinde yayımlanan “Commanded to Mourn” adlı yazısında ‚yas‘ın insanı radikalleştirmesinden bahseder. İnsan radikalleşir, çünkü yaşadığı keder ona her şeyi sorgulatır. Bu radikalleşmeyi varoluşçu terapistler, örneğin Irwin Yalom, ‚uyanma‘ olarak tanımlar, kişi kendisine hiçlikten bakarak yaşamla bağını yeniden düzenleyebilir. Ama tam tersi de olabilir. Bu yüzden hemen hemen her kültürde, hatta psikoterapilerde bile yas kontrol edilmesi ve en kısa sürede kurtulunması gereken bir süreç olarak görülür çoğunlukla.

Bir insanın yakını öldüğünde yaşadığı keder her zaman tekil ve soyutlayıcı olacaktır. Phillips, şöyle diyor yazısında: “Birisi öldüğünde bize iletemeyeceğimiz bir şey iletilir.” Bu yüzden acilen ölüm toplumsal bir deneyim haline getirilir, toplu olarak dua okumalar, yemek dağıtmalar, taziye ziyaretleri… Judith Butler‘ın ‚Kırılgan Hayat‘ta yazdığı gibi,  yas paylaşıldıkça duygulanımsal olarak kendi kendine mülksüzleşir. Ama bu durum, ölümün bize bizim ona söylettiklerimiz dışında bir şey söylemediği gerçeğini değiştirmez. Bu bilgiyle baş etmek kolay olmadığı için hızla unutmak ya da inkâr ederek yaşamak tercih edilir genellikle. 

İYİYİ HATIRLAMA

Yalom, ‚Güneşe Bakmak‘ adlı kitabında, ölüm korkusuyla en iyi baş etme yolunun iyi insan olma çabası olduğunu yazmıştı. İnsanı çaresiz bırakan doğal felaketler, büyük acılar, dehşet ve vahşet karşısında insanın içindeki en iyi ortaya çıkmaz genellikle, hatta tam tersine insanın içindeki ‚iyi‘ tehlikeye girer. Yaşanan acı ve dehşet karşısında paylaşma, dayanışma ve gelenekler, insanın içindeki ‚iyi‘yi, hayatın ve dünyanın eskisi gibi öngörülebilir olduğunu hatırlatma amacını taşır.

BİTMEYEN AĞIT

İnsan dışında hiçbir canlı, bu denli kapsamlı, yaygın ve derin bir biçimde yas sorunuyla karşı karşıya değildir. Hayvanları gözlemlediğimizde kayıp acısını yaşadıklarına tanık oluruz, ama asıl işlerinin hayatta kalmak olduğunun daha çok farkındadırlar. Bizim içinse kaybettiklerimiz ya da kaybedeceklerimize yaktığımız ağıdın sonu yokmuş gibi. Hatta neredeyse kültürün kendisi bile kaybetme korkusu üzerine kurulu. Örneğin kaybetme ya da ölüm korkusu olmasaydı, din ya da sanat olur muydu, emin değilim. Bu denli hayatımıza şekil ve yön veren bir meseleyi bu kadar görmezden gelerek yaşamak bir çelişki gibi gözükse de anlaşılabilir. Freud, çocukluktan itibaren, „Fort/Da“ (Gitti/Orada) oyununu (Oyuncağı saklayıp sonra ortaya çıkarma ya da yetişkinin eliyle yüzünü kapatıp sonra ‚Ce!‘ diye bağırarak yüzünü göstermesi) oynayarak kayıp anksiyetesiyle baş etmeye çalışmamızın bütün kültürel yapının temelini oluşturduğunu göstermişti. 

Kayıp duygusu yıkıcı olmadığı sürece yaratıcı süreçlerin kaynağını oluşturur. Kaybın bir son olmadığını hatırlamak içimizdeki ‚iyi‘nin varlığıyla mümkün, ‚sağlam durma‘nın başka bir yolu yok.