Ölüm üzerine düşünmenin daha iyi yaşamak için gerekli olduğunu düşünen eski Yunan filozofları ya da Yalom gibi psikoterapistlerin bir bildiği olsa gerek. Pandemidir, depremdir, trafik kazaları ya da savaşlar… Bu kadar gözümüze sokulan bir şeyin aynı zamanda bu kadar ustalıklı bir biçimde gizlenmesi şaşırtıcı. 

YAĞMUR DURUR

Alan Badiou‘nun ölüm hakkında konuştuğu bir seminerdeki sözleri “Badiou: Down with Death!” başlığıyla internette yayımlanmıştı. Orada bahsediyordu Badiou, kapitalizmin ölümü nasıl bir işgüzarlıkla gizlediğinden. Tüketim nesneleriyle ölümün üzeri çaktırmadan örtülür, bu yüzden aniden karşılaşınca şok edicidir ve modern insan ölüm karşısında daha bir yalnız hisseder. Badiou‘nun dediği gibi, Tayland uçağı rahatlamak içindir, düşüp ölmek için değil, bu yüzden uçak kazaları daha bir travmatik görünür. Halbuki ev kazalarından ölme ihtimali, uçak kazalarına göre çok daha yüksektir. Ama benim asıl ilgimi çeken tüketim toplumunun bu hazin gerçekliğinden çok Badiou‘nun Heidegger‘in ‚ölüm‘e bakış açısını tartışması. Heidegger ‚Varlık ve Zaman‘da ölümü bir son olarak değil de durma olarak ele alır örneğin, yağmurun durması gibi. Ya da bir yolun bitişi gibi, yolun sonuna gelmek yolu yok etmez ama devam da etmez yol. Yol, ekmek ya da yağmur, hiçbiri ölümü tam olarak karşılamaz yine de. Çünkü, insan doğar doğmaz ölecek yaştadır, bitiş başlangıçtadır. İnsan, doğduğu andan itibaren ölüme doğru yönlendirilir. 

ARAYA GİREN ÖLÜM

Badiou ise Heidegger gibi ölümün içeriden değil dışarıdan geldiğini iddia ediyor, başa gelen bir şey olduğunu. İnsan ölmeden birkaç dakika evvel yaşıyordur nihayetinde. Kendisine destek olarak da Spinoza’ya alıyor ve onun “Dış bir neden olmaksızın hiçbir şey yok edilemez” sözünü yineliyor. Uzun bir teorik analizden sonra Badiou, insanın varoluşunu hangi yoğunlukta hissettiğinin, bu dünyadaki varlığının yoğunluğunun değerine varıyor. “Var olan her şey gerçekte ölümsüzdür, ölüm araya girer” diyor bir yerde.

VAROLUŞ YOĞUNLUĞU

Beni daha çok Badiou‘nun varoluşun yoğunluğuna dair sözleri etkiledi. Bireyselleşmek, kültür ve sanatın varlığı ve gücünün bu yoğunlukla ilişkisi… Ölüm korkusunu ve dolayısıyla varoluş acısını azaltan ya da gizleyen şey, varoluş yoğunluğunun azalması. Tarikatların ya da tarikat benzeri siyasi yapıların gücü de buradan geliyor, her şeye cevabı olan bir lidere varoluş sorumluluğunu devretmek ya da tüketim toplumunun bir parçası olarak nasıl ki beden abur cubur yiyeceklerle dolduruluyorsa zihin de birbirinin benzeri çabuk tüketmeli diziler ve benzeri ürünlerle tıkış pıkış doldurulup varoluşun yoğunluğu azaltılabiliyor. İnsanların birbirine benzemesi ya da benzetilmesi, kısacası kitle kültürü varoluş için bir tür katliam. 

HAZ-KAYGI-DOYUMSUZLUK

Fikirler de, toplumlar da ölür ya da durur. Badiou, Roma Uygarlığı‘nı örnek vermiş. Artık günümüz pek çok toplum için  benzer örnekler göreceğiz. Tüketim toplumu her zaman yavaş ölümü seçer, azar azar ve gizlice olmalıdır, kişi umutlanacak bir çare aramaya, bu arada tüketmeye devam etmelidir. Zaten varoluş yoğunluğu azalmış, kendisine yabancılaşmış biri için ölüm çok önceden başlamıştır, haz-kaygı-doyumsuzluk döngüsü içinde…