Adana Altın Koza’nın galibi “Sanki Her Şey Biraz Felaket”ten ve diğer filmlerden söz edecektik bu hafta, ama Antalya Altın Portakal’da yaşananlara değinmeden festival filmlerine geçmek olmaz.

Sanki her şey epey felaket

60. yılında zengin bir içerikle seyirci karşısına çıkmaya hazırlanan Antalya Uluslararası Altın Portakal Film Festivali’nin başına gelenlere üzülmemek elde değil. Festival yönetiminin ‘kriz yönetiminde’ sınıfta kaldığı bir gerçek, ama sorumluluğu festival içeriğinden sorumlu olan sanat ekibine yıkma eğiliminin yanlışlığına dikkat çekmek isterim. Hedef saptırmaktan başka bir şey değil bu. Krizin başlıca sorumlusunun sansürcü zihniyet ve bunun uygulayıcısı hükümet yetkilileri olduğunu görmezden gelebilir miyiz? 

Nejla Demirci’nin “Kanun Hükmü” adlı belgeselini izleme olanağım olmadı. Ama filmi izlemeden “FETÖ’cü” diye damgalayan yetkililerin ve olayın tek suçlusu olarak Festival Yönetmeni Ahmet Boyacıoğlu ve ekibini gösteren Büyükşehir Belediye Başkanı’nın tavrını onaylamak mümkün değil.

Dünyanın neresinde bir belediye başkanı festivalinde gösterilmesi planlanan filmler hakkında görüş belirtir? Sosyal demokrat bir belediye başkanının sorumluluğu, festivalin sanatsal özerkliğini ve temel insan haklarından biri olan ifade özgürlüğünü savunmak değil midir? Soruna, şu ya da bu filmin ‘sakıncalı’ olup olmadığı açısından değil, ilkesel açıdan, özgür düşüncenin savunulması açısından yaklaşılmalıydı. CHP’nin kültür-sanattan sorumlu bir yetkilisinin kamuoyunun önüne çıkıp, bu ilkeyi savunması gerekmez miydi?   

İnsan Hakları Evrensel Bildigesi’nin 19. maddesi “Herkesin kanaat ve ifade özgürlüğüne hakkı vardır; bu hak müdahale olmaksızın kanaat taşıma ve herhangi bir yoldan ve ülke sınırlarını gözetmeksizin bilgi ve fikirlere ulaşmaya çalışma, onları edinme ve yayma serbestliğini de kapsar” der. 

Dolayısıyla, bir yönetmenin hangi konuyu ele alabileceği konusunda herhangi bir makamdan izin alması söz konusu değildir. Bir yapıtta suç unsuru olup olmadığına ancak yargı karar verebilir. Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü yetkilileri her fırsatta ülkemizde sansürün olmadığını söylüyor. Gerçeğin böyle olmadığını hepimiz biliyoruz. ‘Kayıt tescil belgesi’ ve ‘Eser işletme belgesi’ adı altında (ki, epeydir festivallerde bu belge talep edilmiyordu) sansürün varlığını sürdürdüğünü, daha da beteri kimi ‘sakıncalı’ kişilerin yapıtlarına destek verilmeyerek ‘ekonomik sansür’ uygulanabildiğini biliyoruz. 

Sinemanın belalısı 

Sinemamız tarihinin hiçbir döneminde sansürden yakasını kurtaramadı. Hangi siyasi çizgi iktidarda olursa olsun devletin bakışında temel bir değişim olmadı. Sinemamız 100 yıl boyunca bu bela ile boğuştu. Festivallerin başına gelenlerden birkaç örnek vermekle yetineyim. 1972 yılı Adana Altın Koza Film Festivali’nde jüri kararlarını açıkladıktan (“Baba” filmini En İyi Film, Yılmaz Güney’i En İyi Erkek Oyuncu ilan ettikten) bir gün sonra, aynı jüri rejimin baskılarına karşı duramayarak, kararını değiştirmiş, En İyi Film Olarak Yılmaz Duru’nun -adını anımsayamadığım- bir filmini En İyi Film, Cüneyt Arkın’ı En İyi Erkek Oyuncu ilan etmişti. Sinema tarihimizin bu karanlık sayfasında, yüz akı bir olay da yer alır: Arkın’ın ödülü reddetmesi… 

Jüri üyesi olarak katıldığım 1979 Antalya Film Festivali’nde yarışmaya seçilen üç filmde kesinti kararı vermişti Sansür Kurulu. Karar, festivalin başladığı gün bize iletildi. Yönetmenler (Yavuz Özkan, Ömer Kavur ve Yavuz Pağıda) bu karara tepkiliydi. Aralarında -anımsadığım kadarıyla- Prof. Emre Kongar, Prof. Özdemir Nutku, Prof. Alim Şerif Onaran, Hale Soygazi, Onat Kutlar, Süreyya Duru gibi isimlerin bulunduğu jüri ilk toplantısında kesilmiş kopyaları değerlendirmeme kararı aldı. Başbakan Ecevit’e bir telgraf çekerek bu kararın kaldırılmasını talep ettik ama bir yanıt gelmedi. Jüri olarak değerlendirme yapmama kararı aldık ve o yıl festivalin Ulusal Yarışma dalında ödül verilmedi. Bunu anlatma nedenim, dönemin Antalya Belediye Başkanı Selahattin Tonguç’un protestoya katılması, son ana kadar jürinin yanında durması… Bu kez öyle olmadı ne yazık ki; adı Festival Başkanı olarak katalogda yer alan Belediye Başkanı ilkesel bir tavırla sansürü protesto eden jürinin, filmlerini yarışmadan çeken yönetmenlerin ve bu tavra destek veren sinema örgütlerinin yanında durmak yerine, Boyacıoğlu’nu suçlayıp, festivali iptal etmekle yetindi. Sinemacıların ve Jürinin sansüre karşı duruşu ise 79’daki direnişi anımsatan, tutarlı bir duruş oldu. 80’li yıllarda İstanbul Film Festivali Program Direktörü olarak yaşadıklarım sayfalara sığmaz. Yalnızca tek bir olaya değineyim. 1988 Festivali’nde üç filmin sansürün hışmına uğraması sonucu Elia Kazan’ın başkanlığındaki Uluslararası Jüri ve yoğun bir sinemacı katılımıyla İstiklal Caddesinde bir yürüyüş yaparak sansürü protesto etmiştik. Sonuçta, dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Tınaz Titiz’in çabaları sonucu festivallerde yabancı filmlere uygulanan sansür kaldırılmıştı. Keşke, sektör biraz daha dirençli çıksaydı da aynı uygulama yerli filmler için de geçerli kılınsaydı; olamadı… 

Toplumsal sorunlar tabu mu? 

2000’li yıllarda yerli filmlerin başı sansür derdinden kurtulamadı. 2002 İstanbul Film Festivali’nde Ulusal Yarışmaya katılan “Büyük Adam Küçük Aşk”, “9” ve ”Hiçbiryerde” filmlerinde sansür tarafından kesinti yapılmak istenmesi sonucu kriz çıkmış, festival yönetiminin girişimleri sonucu filmler gösterilebilmişti. Antalya Festivali’nin başı da zaman zaman sansürle derde girdi. Gezi Direnişi’nden bir yıl sonra yapılan Reyan Tuvi belgeseli ”Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek” diğer festivallerde gösterilmiş olmasına karşın, Antalya yönetimi filmde ‘suç unsuru’ bulunup bulunmadığı konusunda bir avukattan aldığı görüşe dayanarak filmin altyazılarındaki bir kelimenin çıkartılmasını istemiş, sinemacılar bunu tepkiyle karşılayınca festival yönetimi istifa etmek durumunda kalmıştı. Sonraki yıllarda, özellikle Kürt sorununa değinen filmler karşılarında devlet sansürünü buldular. 2015 yılında “Bakur” belgeseli gösterime saatler kala İstanbul’da festival programından çıkartıldı. Bu kez, İstanbul Festivali de sansüre boyun eğmek zorunda kalmıştı. O yıl da 22 filmin sanatta suç unsuru aramanın çağdışı bir davranış olduğunu vurgulayan bir tavırla festivalden çekildiğini anımsatalım.  Anlaşılan, ‘yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek’ sürecek bu kavga…          

Evet, Antalya’ya yazık oldu. Çünkü kendilerinden çok iyi filmler beklediğimiz filmlerin ilk gösterimleri yapılacaktı festivalde. Ulusal Yarışmadaki Zeki Demirkubuz filmi “Hayat”, Kıvanç Sezer’in “8 x 8”, Melisa Önel’in “Aniden”, Selman Nacar’ın “Tereddüt Çizgisi”, Nehir Tuna’nın “Yurt”, Vuslat Saraçoğlu’nun “Bildiğin Gibi Değil”, Cemil Ağacıkoğlu’nun “Son Hasat” ve yarışma dışı gösterilecek olan Reha Erdem’in “Neandria” filmlerini elbette bir başka ortamda izleyeceğiz. Belki sinema sektörümüz Antalya’da 2014’te yaşanan krizin ardından yarışmanın İstanbul’a taşınması gibi bir çözüm arayışına girmiştir bile… 

Sanki Her Şey Biraz Felaket filminden bir kare.

Adana’dan geriye kalanlar 

Adını andığım yönetmenlerin Antalya’yı beklemesi nedeniyle bu yılki Adana Altın Koza Film Festivali Ulusal Yarışma seçkisi oldukça zayıftı. Yarışmanın en iyisi, günümüz gençliğinin sorunlarını mizahi bir yaklaşım ve yenilikçi bir sinema diliyle aktaran genç yönetmen Umut Subaşı’nın ilk uzun metrajlı filmi “Sanki Her Şey Biraz Felaket” idi. Epik sinema ile Kuzey Avrupa mizahına yakın bir sinema anlayışı var Subaşı’nın. Festivalde En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo ödüllerini alan “Sanki Her Şey Biraz Felaket”in toplumsal-siyasal ortama ilişkin değinileri yerli yerinde, öykünün kaldıracağı kadar… Filmin dört oyuncusunun, yönetmenin tercih ettiği biçemle uyumla başarılı yorumlarının da altını çizmem gerek. SİYAD Jürisinin de ödülünü alan, Adana öncesi Ayvalık Film Festivali’nin tek ödülü olan “En İyi Bir…” ödülünü  -senaryosu ile- kazanan Umut Subaşı’nın bundan sonraki filmlerini merakla bekleyeceğim. 

Ömer Faruk Sorak başkanlığındaki festival jürisi, Tunahan Kurt’un psikolojik dramı “Karganın Uykusu”nu Yılmaz Güney Jüri Özel Ödülü, En İyi Erkek Oyuncu (Ahmet Ağgün), En İyi Müzik, En İyi Görüntü Yönetmeni ve Umut Veren Genç Oyuncu ödülleri ile değerlendirdi. Biçimsel ögeler üzerinde titizlikle duran genç yönetmenin çabası dikkate değer. Amerikan sinemasının kalıplarına daha mesafeli yaklaşacağı, içinde yaşadığı toplumun sorunlarına eğileceği filmlerini beklemekte yarar var. Yarışmada izlediğimiz diğer ilk filmlerin yönetmenleri için de aynı şeyi düşünüyorum. Sanki film yapmaktan başka dertleri yokmuş gibi… 

Adana’da dört-beş film, yani yarışmadaki filmlerin yarısı ‘sakıncasız’ bir alan olan aile üzerinde odaklanmıştı. “Sarı Sıcak” ve “Çatlak” filmlerindeki başarısıyla yurt içi ve yurt dışı festivallerde önemli ödüller kazanan Fikret Reyhan’ın “Cam Perde”si toplumumuzun önemli bir sorunu olan erkek şiddetini konu alan öyküsü, ayrıntılı biçimde çizdiği karakterleri ve etkileyici finali ile festivalin en iyilerinden biriydi. En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazanan Selen Kurtaran ve İstanbul’da erkek oyuncu ödülünü kazanan Uğur Karabulut’un oyunculukları kusursuzdu. Reyhan, iyi bir oyuncu yönetmeni olduğunu bir kez daha kanıtlıyordu.  

Aile içi şiddet ve ensesti konu alan “Bir Gün 365 Saat”in festivalde hakkı yenen bir film olduğu görüşündeyim. Son derece hassas bir konuyu özenli bir sinematografi, kurgu ve müzik desteğinde anlatan, kendilerini oynayan üç kadını başarıyla yöneterek belgesel-kurmaca türünde bir filme imza atan Eylem Kaftan’ı ve jürinin mansiyonla değerlendirdiği üç cesur kadını kutluyorum. Yarışma filmlerinden, tarım işçilerinin yaşamına odaklanan “Ceylin”i izleyemediğim için bir şey söyleyemeyeceğim. Ama, Adana’da yarışan bir başka genç yönetmene daha dikkat çekmek istiyorum. Senaryosundaki eksiklere karşın, estetik tercihleri ile öne çıkan “Açık Kapılar Ardında” festivalin başarılı yapımları arasındaydı. Berlin’de tutunmaya çalışan bir grup gencin öyküsünü anlatan film Ana Jüriden ödül alamasa da, FİLM YÖN Jürisinden aldığı En İyi Yönetmen ödülünün genç yönetmen Alpgiray M. Uğurlu’yu kamçılayacağına, daha da iyi filmler yapacağına inanıyorum. 

Genç yönetmenlerden daha cesur filmler beklemek hakkımız ama tek adam rejiminin üç Bakanının (bir filmi izlemeden ‘Fetöcü’ ilan edebilen, parasal desteğini iptal eden Kültür-Turizm ve Adalet Bakanları ile Antalya Festivali’ne verdiği mekân desteğini geri çeken Gençlik ve Spor Bakanının) bir festivale yaptıkları müdahaleyi, havuz medyasının tavrını ve sponsorluklarını geri çeken ‘özel’ sektör kuruluşlarını görünce, düşünmeden edemiyor insan… Nasıl olacak bu iş? Yanıtı, ‘yaratıcılık’, ‘cesaret’ ve ‘dayanışma’ sözcüklerinde galiba…