Sizden dileyeceğim bir şey daha kaldı: çocuklarım büyüdükleri zaman, Atinalılar, erdemden çok zenginliğe yahut herhangi bir şeye düşkünlük gösterecek olurlarsa, ben sizinle nasıl uğraşmışsam, siz de onlarla uğraşınız, onları cezalandırınız; kendilerine, kendilerinde olmayan bir değeri verir, önem vermeleri gereken şeye önem vermez, bir hiç oldukları halde kendilerini bir şey sanırlarsa, ben sizi nasıl azarlamışsam, siz de onları öyle azarlayınız. … Artık ayrılmak zamanı geldi, yolumuza gidelim: ben ölmeye, siz yaşamaya. Hangisi daha iyi? Bunu Tanrı’dan başka kimse bilemez.

Gençleri sapkın fikirleriyle yoldan çıkarıyor diye ölüme mahkûm edilen ve kaçarak savunduklarına ters düşmek yerine ölümü seçen antik çağın en ünlü sansür kurbanı Sokrates’in savunması bu sözlerle biter!

***

Sansürcülerinin, arkasında yazılı bir eser de bırakmayan Sokrates’i yok etmelerinin üzerinden tam 2 bin 421 yıl geçti. Ve ben dün, bu yazıya oturduğumda öğrencisi Platon’un kaleme aldığı savunmasını kütüphanemden çıkarıp tekrar okudum!
Zavallı Atinalılar! Tam 2 bin 421 yıl önce zehir içirerek susturduğunuzu sandığınız Sokrates hâlâ konuşuyor!
Bir hükümdarın ortaya çıkmasıyla birlikte doğduğunu varsayabileceğimiz sansürün tarihi ne kadar eskiyse, ifade özgürlüğü mücadelesinin tarihi de o kadar eskidir.

Avrupa’da Hristiyanlık kendi dogmalarını korumak için kullandığı ve en vahşi yöntemlerini engizisyonla uyguladığı sansürü sömürgelerine de taşıdı. Böylece 1569-70’de Amerika’da Perulular da engizisyonla tanıştı.

***

1440’lı yıllarda Avrupa’da Gutenberg’in matbaasının ve kitabın sahneye çıkmasıyla sansürcüler coştu. Kitaba düşmanlıkları sınır tanımadı. Kitabı, ancak kitapla var olabilen üniversitelerde ve kütüphanelerde bile yasakladılar. 1885’de Massachusetts Concord Halk Kütüphanesi’nde Mark Twain’in Huckleberry Finn’in Maceraları romanı yasaklandı.
Yasaklansa, hatta yakılsa bile bu günlere ulaşmamış bir tek kitap söyleyebilir misiniz?
Tarih boyunca kitaplar, kütüphaneler yakıldı; gazeteler, dergiler yasaklandı; yazarlar, sanatçılar, gazeteciler hapsedildi, öldürüldü, ancak ifade özgürlüğünün “en kıymetli insan hakkı” olarak anayasalara yazılması engellenemedi.
Sansürcülerin bir özelliği de tarihten ders almamalarıdır. Alabilselerdi, binlerce kitabı yakarken “Bu küllerden yeni ruhun ankası doğacak” diyen Gobbels, dünyaya kendisinden yüz yıl önce gelen soydaşı Heinrich Heine’nın “Kitapların yakıldığı yerde sonunda insanlar da yanar” sözlerine kulak verir, 6 çocuğunu da öldürerek intihar etmek zorunda kalmazdı.

***

Sansür hep oldu, sonunda görülmez duyulmaz kılmak istediklerinin galebe çalmasına engel olamadığı halde. Irkçı Güney Afrika rejimi Afrika Ulusal Kongresi’nin her şeyini yasakladı, ta ki onun iktidarına boyun eğene kadar.
Cezayir’in “Kalemle yaşayanların ölümü kılıçla olmalı” diyen İslamcıları da gidip El Kaide’ye katıldılar!
Sansürcüler sonunda kaybettiler, sansür geri tepti, ama oturup kaybetmeleri beklendiği için değil!

Sansüre karşı çıkanlar yasal yolları sonuna kadar kullanırken, ona karşı sokakta en etkili ve akılcı şiddet dışı direniş biçimlerini de geliştirdiler.
Bir tür sansür olan propaganda, anlattıkları bireylerin öz deneyimleriyle çeliştikçe ve bu kitlelere gösterildikçe “bumerang etkisi”ne yol açtı. Siyaset bilimci Gene Sharp, saldırganın gücünün kendisine karşı kullanıldığı “jiu-jitsu” sporundan ilhamla, sansürcülere karşı da kullanılabilecek yaklaşık 200 barışçıl eylem biçimi sayıp buna “siyasal jiu-jitsu” dedi.
Haydi, biz de antik çağın en ünlü sansür kurbanının sözleriyle noktalayalım: “Ben ölmeye, siz yaşamaya. Hangisi daha iyi?