Sarı saç ve mavi gözün ötesindeki Cumhuriyet

Neredeyse 9 yıl olmuş; dönemin AKP vekillerinden biri, “600 yıllık imparatorluğun 90 yıllık reklam arası sona erdi” sözleriyle Osmanlı özlemini ve Cumhuriyet’ten “kurtulmaya” dönük arzusunu dile getirmişti. Aynı vekil kulağı çekildiği için daha sonra 29 Ekim ve 10 Kasım’da ‘geri vites’ mahiyetinde paylaşımlar yapsa da iktidarın Cumhuriyet’e olan ideolojik yaklaşımını tüm çıplaklığıyla görmemizi sağlamıştı.

Cumhuriyet, bir devletin yönetiminin halk tarafından belirlenmesi ve siyasi gücün yine halk tarafından paylaşılmasına dayalı rejimin adı. Cumhuriyette siyasi güç babadan oğula geçmez, kan bağıyla yetkiler devredilmez. Halk tebaa değil, yurttaş olur; sorar, sorgular, irade koyar. Bugünden bakınca bu ilkeler çok doğalmış gibi gelir insana ama cumhuriyet mutlak, ezeli ya da ebedi değildir. Toplumlar cumhuriyeti kazanır ya da kaybeder; cumhuriyet, bir aklın ve o aklın doğrultusunda yürütülen politik mücadelenin sonucunda var olabilir.

Türkiye Cumhuriyeti artık 100 yaşında. Mustafa Kemal Atatürk öncülüğünde kurulan Cumhuriyet, neresinden bakarsanız bakın bu topraklarda yapılmış en büyük devrim. Bu bir övgü olmaktan çok tarihsel bir olgu. Cumhuriyet bir boşlukta kurulmadı, bir ideal olarak ve bir “şeyin” yerine tercih edildi. Osmanoğulları hanedanının 6 asırlık saltanatına son veren bizzat Cumhuriyet Devrimi’ydi. Padişahları, sultanları, vezirleri, şehzadeleri, şeyhülislamları, efendileri ve daha nicelerini siyasi birer güç unsuru olmaktan çıkaran Cumhuriyet’ti. 1908’de İkinci Meşrutiyet’le başlayan devrim sürecinin son halkası olan Cumhuriyet, 1920’de halk egemenliğinin temsilcisi olarak kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bir ürünüydü ve aynı Meclis, Cumhuriyet’i ilan etmeden bir yıl önce saltanatın kaldırılmasına karar vermişti. Yani Osmanlı hanedanlığı tarih sahnesinden kendi kendine çekilmedi, siyasi olarak Cumhuriyet’e yenildi. Cumhuriyet’in ilanından bir yıl sonra da Hilafet ilga edildi.

Ne diyordu Mustafa Kemal: “Osmanoğulları zorla Türk milletinin hakimiyet ve saltanatına vaziülyed olmuşlardı (El koymuşlardı). Şimdi de, Türk milleti bu mütecavizlerin (saldırgan) hadlerini ihtar ederek, hakimiyet ve saltanatını isyan ederek kendi eline bilfiil almış bulunuyor.” Şimdi bu sözler iktidarın gazabından korkulduğu için pek gündeme getirilmiyor. Atatürk ideolojisiz bir kahraman olarak resmediliyor. Ortada politik pusulasını kaybetmiş bir Atatürk hayranlığı dolaşılıyor. Her 29 Ekim’de, 10 Kasım’da bir sevgi seli akıp gidiyor ama Cumhuriyet nedir, bu rejimin fikir yatağı nasıl oluşmuştur, kime ve neye karşı ilan edilmiştir, bunu konuşan yok. Siyasal İslamcı düzenle el ele vermiş holdinglerin sarı saçı ve mavi gözü güzelleyen reklamları pek çoklarına yeterli geliyor.

Cumhuriyet tarihsel açıdan önemli bir devrim olsa da gelgelelim 100 yaşına kadar hiç gerçek bir demokrasiyle taçlanmadı. Tüm ilerici kazanımlarına rağmen solu zayıflatmak için elinden geleni yaptı. Bu yolda başlarda rijit milliyetçiliği, daha sonra da ağırlıkla dini kullandı. 1940’lı, özellikle de Demokrat Parti’nin iktidarının ardından 1950’li yıllardan itibaren sağcıların elinde iyice gericileşti ve despotlaştı. Bunların yetmediği yerde askeri darbe kozunu masaya sürdü. 12 Eylül darbesinin amacı, resmi tarihin anlattığı gibi “sağ-sol çatışmasını bitirmek” değil, yükselen devrimci muhalefeti bastırmaktı. Fransız düşünür Regis Debray, “Hasta bir cumhuriyetin varacağı yer kışladır” diyor ya, inanmayan bizim tarihimize baksın.

Cumhuriyet’e halkın yönetimi diyoruz ama halk nerede? Cumhuriyet’in 100’üncü yaşını tamamladığı Türkiye’de, yurttaşlar sokağa çıkıp sesini yükseltemiyor. Meydanlarda siyasi iktidar aleyhine slogan atmak, yönetimin değişmesini talep etmek, demokratik bir hak olarak tanınmamak şöyle dursun, darbecilikle eş tutuluyor. Çünkü ülkeyi yönetenler ve sözde ona muhalefet edenler demokrasiyi en dar anlamıyla yorumlayıp yurttaşın iradesini sandıktan ibaret görüyor.

Daha da kötüsü, yurttaşlık bilinci Cumhuriyet ile gerçek bir demokrasi arasındaki ilişkiyi yadsıyacak şekilde dönüştürülüyor. Yine Debray’ın bir sözünü hatırlamak yerinde olur. “Bir Cumhuriyeti demokrasiden ayırmanın en emin yolu; üniversiteye girişten önce felsefenin lisede öğretilip öğretilmediğine bakmaktır” diyor Debray, gerçekten öyle değil mi? Bizim liselerimizde gençlere ne öğretiliyor? Tarih diye, Cumhuriyet diye ne anlatıyor? Sarı saç ve mavi gözün ötesine geçen, derinlemesine ve bilimsel bir bilgi aktarımı yapılıyor mu? Cumhuriyetin ve demokrasinin değerlerini özümseyememiş yurttaşların bir ülkeyi nereye götüreceğini en iyi biz anlamış olmalıyız.

Cumhuriyet bir “şeyin” yerine kurulmuştu, şimdi de yeni bir düzen, başka bir “şeyin”, siyasal İslamcı rejimin yerine kurulmalı. Günün politik çelişkilerinden ve karşıtlıklarından azade bir Cumhuriyet savunusu olamaz. Fikirler boşluktaymışçasına, kendilerinden menkulmüş gibi savunulamaz. O yüzden kabul etmeliyiz ki “Yaşasın Cumhuriyet” artık eksik bir slogan. Yaşasın ama bu şekliyle mi yaşasın? Tek adam rejimi altında, baskıyla, sopayla, tehditle mi? Yurttaşın siyasetten dışlandığı, laikliğin ortadan kaldırıldığı, kadın haklarının ve yaşamının hedef alındığı, bağımsızlığın lafta kaldığı, emeğin değersizleştiği, sendikasız, örgütsüz, bilimin itibarını kaybettiği bir düzende mi? Buna “hayır” diyenler, yeniden kurulacak bir cumhuriyet için Saray iktidarına karşı eşitlik ve özgürlük temelinde mücadele etmeli. Solun değerleriyle bütünleşmeyen bir cumhuriyetin memleketi nereye götüreceğini hepimiz görmedik mi?