22 yıllık illüzyonun sonu
Yerel seçimde büyük bir oy kaybı yaşayarak tarihinde ilk kez ikinci parti konumuna düşen AKP ciddi bir “imaj krizi” ile karşı karşıya. Bu kriz yerel seçimde yaşanan bozgunun da nedenlerinden biri kuşkusuz.
AKP, kurulduğu günden bu yana “Elitlerin Cumhuriyeti”ne karşı “yoksulların, dışlananların, hor görülenlerin ve kimsesizlerin temsilcisi” olma iddiasıyla siyaset yürütmüş ve girdiği her seçimde de bu imaj üzerinden seri başarılar elde etmişti.
90’lı yılların koalisyon hükümetlerinin doğurduğu tepkiselliğin avantajını kullanan, dışarıdan akan sıcak parayla bir yandan sermayeyi ihya eden diğer yandan ise halkın refah düzeyinde göreli bir olumlu etki yaratan AKP, bu sayede ev kadınlarından, emeklilerden, esnaflardan, ücretli çalışan yoksul emekçilerden ve işsizleştirilen kesimlerden en fazla teveccüh gören parti oldu. Toplumsal Etki Araştırmaları Merkezi’nin (TEAM) 2020 tarihli çalışmasına göre ülkenin en yoksul kesimlerinin 3'te 1'i AKP'nin en doğru tercih olduğuna inandı. Diğer partiler en yoksulun oyunu alma konusunda AKP'nin çok gerisinde kaldı.
Ancak iktidar partisi şimdilerde, halk soğanı taneyle alırken Monako’da ıstakoz yiyen, İstanbul’da yaşayan gençler sadece bayramda Boğaz’ı görebilirken Maldivler’de torun tombalak tatil yapan, yurttaş başını soktuğu evin kirasını ödeyemezken belediyeleri özel banyo, kış bahçesi ve şark köşeleriyle saraya çeviren, geçim derdiyle boğuşan milyonları “Aç Türkler” ifadesiyle tanımlayan mensuplarıyla anılıyor.
İktidarda olmanın getirdiği zenginlik ve kibir artık saklanamıyor. Daha da ötesinde, topluma olan uzaklık nedeniyle gösteriş merakının kamuoyunun sinir uçlarına dokunacağı bile düşünülemiyor. Çünkü AKP elitleri halkın geniş kesimlerini yoksullaştıran ekonomik çöküşlerden etkilenmiyor; onların alım güçleri gerilemiyor ve yaşam standartları düşmüyor. Bilakis her geçen gün daha da zenginleşiyor ve güçleniyorlar. Doğal olarak halkın duygu durumunu, çektiği sıkıntıları da kavrayamıyorlar.
AKP elitleri son yıllara kadar partinin imajıyla kendi zenginlikleri arasındaki çelişkiyi belli bir dengede idare edebiliyordu. Yoksulluğun bu denli derinleşmediği koşullarda, onların zenginliği de çok göze batmıyor ve ortaya çıkan şatafat görüntüleri bu denli büyük bir tartışma yaratmıyordu. Aynı zamanda iktidarın yürüttüğü dinci/milliyetçi propagandayla iktisadi sorunlar ikincil plana itilebiliyordu. Ancak darmadağın olan ekonomi ve Türkiye’deki sınıflararası bölüşümün giderek daha adaletsiz hale gelmesi işleri yönetilmesi zor bir noktaya taşıdı.
AKP aslında her zaman zenginlerin partisiydi. İktidara gelirken de hem yabancı hem de yerli sermayenin desteğini almıştı. TÜSİAD’la yaşanan gerilimler de bu gerçeği geçersiz kılmaz. AKP, 2000’li yılların başında bir bütün olarak yerli sermayeyi arkasına aldı. MÜSİAD gibi TÜSİAD da izlenen piyasa programından ve AB yörüngesine tabi olunmasından hayli memnundu.
Fakat “en aşağıdakileri yukarı taşıma” iddiasında olan Erdoğan’ın partisi, son yıllarda kendisine toplumsal destek kazandıran o “sihirli” algıyı kaybetti. İktidarın nimetlerinden semirerek büyüyen ve en sert fırtınada bile kayığı sallanmayan rantiyeci yeni zengin zümre, 22 yıllık illüzyonu tuzla buz etti. 31 Mart yerel seçimleri bunun tam anlamıyla sağlamasıydı. İktidar, seçmeninin önemli bir kısmını sandığa götüremedi, bir kısım seçmenini de rakiplerine kaptırdı. Halk, lüks araçlarıyla seçim gezisine çıkanlarla aynı gemide olmadığını, aynı dertleri paylaşmadığını fark etti. Erdoğan’ın aday olmadığı, seçmeni kendi liderliği arkasında kenetleyemediği bir seçim periyodunda parti ile seçmen arasındaki uçurum sonuçlara böyle yansıdı.
Önümüzdeki süreç bu çelişkinin daha da derinleşeceğinin işaretlerini veriyor. AKP içinden yükselen tepkilere bakılırsa iktidar cenahı da bunun farkında. Ancak bu tür denge değişimlerine sebep olan dinamiklerin mutlak şekilde olumlu sonuçlar doğuracağı, ülke insanını kendiliğinden solculaştıracağı düşünülmemeli.
Halkın geniş kesimlerinin çıkarını savunan sol ve ilerici bir programla siyasi gidişata müdahale edilemezse, ortada aşırı sağ akımların da büyümesi için elverişli bir ortamın olduğu unutulmamalı. Aşırı sağcılar, gericiler, popülist milliyetçiler, faşistler, ırkçılar… Adına ne dersek diyelim sağ siyaset, sisteme öfke biriktiren yoksul halk kesimlerinin tepki odağını farklı yönlere kaydırmak, buradan bir güç devşirmek için uğraşıyor.
Belki AKP’deki çözülmeyi tetiklediği için pek derinlikli bir şekilde konuşulmuyor fakat Yeniden Refah’ın yükselişi de taşıdığı potansiyel bakımından önemli bir tehlike olarak kabul edilmeli. En büyük gücü liderinin soyadı olan, topluma geçen yüzyılın bayatlamış sağ argümanlarıyla seslenen, yeni problemlere dair hiçbir güncel yaklaşımı olmayan, dışlayıcı/ötekileştirici bir “ahlak” anlayışını merkeze alan, “zina”yı suç kapsamına almayı vadeden bir partinin aldığı desteğin üzerinde durmak gerekir.
Eski algılar kırılmaya ve güç dengeleri değişmeye başlarken, geleceğe dair yeni bir hikâye duymayan halk kesimleri “çıkışı” ve “kurtuluşu” eski ezberlerin güncellenmiş sürümlerinde, sağı ya da merkezi temsil eden aktörlerin aldatıcı programlarında arayabilir. Bu açıdan Türkiye’de solun önünde önemli bir fırsat ve aynı zamanda büyük bir sorumluluk meselesi duruyor.
Sol bunu eleştiriye sıkışan faaliyetler, ışıltılı vitrinler ya da sosyal medya alkışlarıyla değil, halk içinde çoğalarak, yurttaşlarla sahici ilişkiler kurarak ve bir bütün olarak toplumu siyasetin öznesi haline getirecek bir örgütlülüğü hayata geçirerek başarabilir.