Ortadoğu’da yaşananlar, eşitlik, adalet, barış gibi değerlerini iyiden iyiye yitiren insanlık adına umutları tüketirken, sığınabileceğimiz alanlardan biri olan sanat gündemimizden düşmemeli.

Savaşa hayır… Sanata evet

Hırslarına yenilen insanoğlunu daha ne felaketler bekliyor bilmiyoruz. Nicedir daha çok kazanç, daha çok toprak peşinde koşan, koşturulan bireylere unuttukları insani değerleri hatırlatacak bir eğitimin yokluğunda sanatın sorumluluğu daha da büyük. Şovenizmin, ayrımcılığın bayraktarlığında savaşa sürüklenen halklar savaşların kimin çıkarına olduğunu öğrenmeli. Sanat yapıtları doğru bilinen yanlışlara işaret edebilir ama ondan da önemlisi insanı yücelten değerleri, sevgi, kardeşlik, dayanışma, vicdan gibi duyguları bize hatırlatması.     

Sanata sahip çıkmanın zamanıdır. Sanat dersleri öğretim müfredatında yok denecek bir düzeye geriletilirken, din derslerinin sayısının ve süresinin artırılması boşuna değil. İtaat eden, sorgulamayan bir toplum yaratmak isteyen muktedirlerin her zaman başvurduğu bir yöntemdir bu. Savaş ve diğer felaketler gerekçe gösterilerek sanat etkinliklerinin yasaklanmasını isteyen çağdışı anlayış Filistin - İsrail savaşı gerekçe gösterilerek yeniden gündeme sokulmak isteniyor. Sanatla eğlenceyi birbirinden ayırt edemeyen bir anlayışın ürünü olan bu çağrılara sanat alanı tepkisiz kalmamalı. 

“Savaşların, saldırganların ve taşeronlarının anlamsızlığı karşısında, şovenizm karşısında tiyatro sanatının ufuk açısı bir etkisi yok mudur? Ya da işgal altındaki bir bölgede ya da kentte, bir operanın, bir balenin yaratacağı çağrışımların bir direnç kaynağı olabileceğini düşünemez miyiz? Kedere sarmalanmış insanların, konserlerde bir sağaltım, bir pozitif direnç bulmaları ihtimalini tümden sıfıra mı indirgiyoruz?” diye soran ve yas ilanı nedeni ile sanat etkinliklerinin yasaklanmasının sanat ile yakınlığı olmayan toplumlara ve yönetimlere özgü bir davranış olduğunu vurgulayan Yücel Erten’in sözlerine katılmamak elde değil.        

İyi ki festivaller var 

Bu satırları Avrupa’nın kalbi Belçika’dan yazıyorum. Bugün (siz bu satırları okurken dün) sonuçlanan Gent Film Festivali’nden. Farklı ulusları, farklı kültürleri bir araya getiren, mesleki dayanışmanın hırsların önüne geçtiği festivallere inancımı tazeleyen bu festivalden söz etmeyi biraz erteleyip, şu sıra ülkemde devam eden festivallere değinmek istiyorum. Her ne kadar, festivalleri festival yapan önemli bir ögeden, uluslararası konuklardan, yoksunsa da yılın önemli filmlerinden bir kısmını seyircimizle buluşturan Film Ekimi bugün sona eriyor. Bu festivaldeki bilet fiyatlarının yüksekliğinin çokça tartışıldığını biliyorum. Önümüzdeki günlerde (25 Kasım’da) başlayacak ve programında 11 yerli, 9 yabancı topluluğun yer aldığı İstanbul Uluslararası Tiyatro Festivali’ için de aynı eleştiri söz konusu. Ama bağımsız bir festivalin artan maliyetlere göğüs germesi mümkün değil. İKSV’nin kurucusu/üyesi olan sermaye gruplarının biraz daha sorumluluk üstlenmesi beklenemez mi? İstanbullu tiyatroseverlerin olanakları ölçüsünde festivale sahip çıkacaklarına inanıyorum. 

Hafta içinde tamamlanan başka festivaller de vardı. İzmir’de Uluslararası 2 Yaka Kısa Film Festivali ve 11’incisi henüz depremin yaraları kapanmadan ‘konteyner’ kentlerde gerçekleştirilen Antakya Film Festivali. Bağımsız organizasyonlar olan (yerel yönetimlerce kısmen desteklenen) bu festivallerde filmlerin parasız izlenmesi önemliydi. Her ne kadar festivallerde ücretli (elbette makul bilet fiyatlarıyla) girişi savunsam da, günümüz koşullarında seyirciye destek olunmasının zorunluluğu da bir gerçek. Bu nedenle, kasım ayının ikinci haftasında İzmir’de Büyükşehir Belediyesi’nce düzenlenecek ‘3. İzmir Akdeniz Sinemaları Buluşması’nda ücretsiz giriş uygulaması sürdürülecek (ayrıntılara sosyal medyada medcineizmir hesaplarından ulaşabilirsiniz).  

Canlandıranlar Derneği’nin düzenlediği ve bu yıl 9’uncu kez gerçekleştirilen Canlandıranlar Festivali’nin son iki günü kaldı; İstanbullu sinemaseverlerin kaçırmamasını öneririm. Son yıllarda önemli bir atılım içinde animatörlerimiz… Kasım ayı başında Ankara’da (2-10 Kasım tarihleri arasında) 34’üncü kez düzenlenecek Ankara Uluslararası Film Festivali’ni de okurlarımıza anımsatmak isterim. Sevgili Mahmut Tali Öngören’in kurduğu Dünya Kitle İletişim Vakfı’nca düzenlenen (ve ne yazık ki Ankara’nın CHP’li belediyelerinden sınırlı destekler alan) festival, İnci ve İrfan Demirkol yönetiminde ülkemizde sinema sanatının yaygınlaşması için çaba gösteriyor. Bağımsız festivallerden söz açmışken, İstanbul Uluslararası Kukla Festivali’ni nasıl unuturum. Cengiz Özek’in çabaları ile 25 yıldır varlığını sürdüren ve her yıl biraz daha büyüyen festivalin sloganı Cumhuriyetimizin 100’üncü yılına bir gönderme içeriyor: ‘100’de 25’. Ne yazık ki, bu festivalin de bütçesindeki kamu desteği yüzde 25 bile değil. Ama 9 ülkeden 17 oyun, segiler, atölyeler ve film gösterimlerinin yer aldığı festival dünyanın önemli kukla festivalleri ile boy ölçüşebilecek bir düzeyde. İstanbullu sanatseverlerin dikkatinden kaçmayacağını umuyorum; özellikle İtalya, Meksika ve Slovenya’dan gelen oyunları hararetle tavsiye ederim.          

Gent Festivali  

50’nci yılında 

Ülkemizdeki sorunların hemen hiçbirini (ifade özgürlüğü sorunu, ekonomik kriz, kamu ve özel sponsor desteğinin yetersizliği, salonsuzluk, vb) yaşamayan, Avrupa’nın kalbinin attığı Belçika’nın Flaman bölgesinin ikinci büyük kenti Gent’in film festivalinin 50’nci yaşına denk geldi, bu kente ilk gidişim. Tıpkı bizim İzmir’de yaptığımız gibi müziği festivalinin başköşesine oturtan bu festivali yerinde izleme olanağı buldum son birkaç gününde. 8 salonda gösterilen 114 uzun ve 50 kısa metrajlı film içeren programın sorumlusu Wim de Witte, sinemada müziğin önemini vurgulamak adına festivalin ana yarışmasında yalnızca iki ödül verdiklerini söylüyor: En İyi Film ve En İyi Besteci. 

Festival, 50’nci yıl onuruna özgün bir projeye imza atmış. “2 x 25” başlıklı proje. Farklı ülkelerden 25 ünlü film müziği bestecisinden kısa birer müzik parçası bestelemeleri istenmiş. Bu bestelerden ikisi ya da üçü 25 yönetmene gönderilerek, müziklerden birini seçmeleri ve görsel bir anlatımla yorumlamaları istenmiş. Aralarında, Paul Schrader’den (ne yazık ki geçen günlerde kaybettiğimiz) Terence Davies’e ünlü isimler de var, genç yaratıcılar da.  Tabi, cinlik yapanlar da çıkmış (sanırım son filmini hayranlıkla izlediğim Romen yönetmen Radu Jude), “bu mükemmel müziği görüntülerimle bozmak istemedim” diyerek seyirciyi siyah bir ekran karşısında bırakan… De Witte, bestecileri ve yönetmenleri seçerken farklı kültürlere ve farklı yaklaşımlara yer vermeye çalıştığını söylüyor. Onlardan biri, Flamanların önde gelen sinema okullarından KASK’tan mezun olduktan sonra yaptığı filmlerle ödüller kazanan İmge Özbilge. Düşgücü ve animasyon yeteneği ile çok güzel bir kısa filme imza atmış Özbilge. 

Festivalde ülkemizi onurlandıran bir başka olay da, Nuri Bilge Ceylan’ın “Kuru Otlar Üstüne”sinin yarışma dışı bölümde gösterilmesi idi. De Witte, Nuri Bilge’nin festivale katılamamasından üzüntü duyduklarını iletmemi istiyor, ben de iletiyorum işte. Bu yılın konuklarından Ken Loach’un insanları savaş ve haksızlıklar karşısında suskun kalmamaya, dayanışmaya davet eden konuşması festivalin unutulmaz anları arasındaydı.  

Gent’in yarışmalı bölümünde 12 film vardı. Aralarında Venedik’in Büyük Ödülünü kazanan Matteo Garrone’nin “Io Capitone”si, Berlin’in çok ses getiren filmlerinden Celine Song’un “Past Lİves”, Yorgos Lanthimos’un “Zavallılar” (Poor Things) gibi önemli yapıtların yer aldığı seçkide Büyük Ödülü kazanan Arjantinli yönetmen Rodrigo Moreno’nun “Kabahatliler”i (Los Delincuentes), Georges Delerue En İyi Müzik Ödülünü kazanan ise Lanthimos filminin bestecisi Jerskin Hendrix oldu. Ödül töreninde Hendrix ödülünü bizzat alırken, Moreno’yu ancak ekranda izleyebildik. Filminin Amerika’da gösterime girmesi ve Oscar’a aday gösterilmesi nedeni ile uzaklardan yaptı teşekkür konuşmasını. Keşif Ödülü “Slow” filmi ile Litvanyalı yönetmen Marija Kavtaradze’nin oldu. 

Festivalin her yıl bir kişiye verdiği ‘Joseph Plateau Onur Ödülü’, sinema sanatının öncülerinden Profesör Plateau anısına veriliyor. Ödül heykelciği, Edison’un hareketli diskini anımsatan Plateau’nun ‘Phenakistiscope’unun bir küçük versiyonu. Bu yıl ödülü kazanan “Drive My Car”ın yönetmeni Ryusuke Hamaguchi oldu. Hamaguchi’nin son filmi “There is No Evil” ve bu filmin yanı sıra bestecisi Eiko Ishibashi ile çektikleri “Gift” de programda yer alıyordu. Hiç kuşkusuz, günümüzün en önemli yönetmenlerinden biri Hamaguchi.  

Gent Festivali’nin en önemli bölümlerinden biri, ‘Dünya Sinema Müziği Ödülleri’ (World Soundtrack Awards - Kısaca WSA). Film müziğinin sorunlarının konuşulduğu çok sayıda oturum ve iki konser içeriyordu bu yılki festival programında. Günümüz gerçeklerinden biri olan ‘oyun’ sektörünü de göz ardı etmemişti Gent Festivali ve bu yıl ilk kez ‘En İyi Oyun Müziği Ödülü’ koymuştu. Ödülü kazanan Avustralyalı besteci-müzisyen Narayana Johnson (namı diğer ‘River Boy’) oldu. Bu sektöre çok yabacı olduğum için yorum yapmam olanak dışı. Bilgisayar oyunları meraklıları için bir şey ifade eder mi, onu da bilemem ama şurası gerçek ki, pazarın büyüklüğü yetenekli müzisyenler için büyük bir cazibe kapısı günümüzde.