Barakadan bir dükkan, eski bir kahvehane ve yorgun yüzlü bir biletçiden oluşan şehir terminalinde üç yüz iki otobüse binip Ankara’ya mektebi hukuka doğru yola çıkarken yıl seksen sekizmiş

Barakadan bir dükkan, eski bir kahvehane ve yorgun yüzlü bir biletçiden oluşan şehir terminalinde üç yüz iki otobüse binip Ankara’ya mektebi hukuka doğru yola çıkarken yıl seksen sekizmiş. Khalik Düzali de tam seksen sekiz. Birinci ve ikinci alem savaşlarını, on beşteki “tehcir”i, “kıtlık yılları”nı, otuz sekiz jenosidini, on iki martı, Deniz Gezmiş ve Kaypakkaya’yı, 12 Eylül’ü, velhasıl geçen yüzyılın her badiresini görmüş, yaşamış dedem, aniden kolumu tuttu, yavaşça, “Laze’m uza suka, olvoze de xam de mefeteliye, herey meşere çe ho, her cae meso, heydarê ho vınde!”* Meğerse benim kâmil dedemin gözünde Ankara bir “büyük şehir” ve “batı”ymış. Sokaklar kötülük ve insanları yoldan çıkaran mekânlar, hastalıklar, kişiliği bozan ilişkiler ve insanlarla bezeliymiş. Korkmak gerekirmiş. Sessiz, bir sır verir gibi ve bir de hele “bizim dil”le konuşması ondan.

Dedemin Ankara’ya “batı”, büyük şehre ise “kötülük yuvası” demesinden yıllar sonra İkiz Kuleler vurulup binlerce emekçi kitlesel olarak katledilince duydum ki, Usame ve adamları, “günah şehrini yok ettik” mesajları vermişmiş. Siyasal ve eli silahlı İslamcılara göre, “Laik, kibirli, bireyci, paranın gücünün hâkim olduğu, zenginler, dinsizler, oteller, genelevler, yalancılar ve fahişelerle dolu şehirleri yıkmak gerekir”miş.

Şehirden korku, şehre düşmanlık çok eski bir mitosmuş. İnsan eski çağlarda, çok para kazanırsa, yüksek kuleler yapıp göğe yükselirse, zenginlik elde ederse, ateşi çalarsa, çok fazla bilgi sahibi olursa intikam almak isteyen tanrıların gazabından korkarmış. Büyük Tufan’dan sonra kraliçe Semiramis’in kurduğu Babil şehrinin büyük bir kulesi varmış. Kule Zigguratmış, Babil insanı ise astrolog. Babil kadınlarının görece cinsel özgürlükleri yüzünden sofu Yahudiler ve Hıristiyanlar için şehir düpedüz “fuhuş yuvası”ymış. Tekvin, “kâfirleri” cezalandırmayı salık vermiş. Sonra Kral Nebukadnezar gelmiş, şehri ele geçirmiş, Yahudileri köleleştirmiş, onu da tanrı kibrinden cezalandırmış, sığırlar gibi ot yemeye mahkum etmiş.

Şehir her yerde açgözlülüğün, refahın eşitsiz paylaşımın mekânıymış. Magna Carta’dan gelen aydınlanmacı idealler, geniş bireysel ve sivil özgürlükler nefret uyandırmış. Voltaire 1726’da İngiltere’ye ulaşıp Fransız mutlakiyetçiliğine saldırdığında İngiliz özgürlüklerini övmüş. 1846’da bu defa Prusyalı yazar Theodor Fontane, “Altın Dana kültü İngiliz halkının hastalığıdır” demiş. Büyük şehirlerde “maneviyat yok”muş, herkes “altın avında”ymış. “İkinci Marksist” Engels de kendi döneminin şehrinde -haklı olarak-, “dayanışma ruhundan uzaklık ve bencillik” görmüş.

Sinema uzun yıllar şehir efsaneleriyle beslenmiş. Büyük şehrin görmezden geldiği, hor baktığı, taşradan gelmiş yalnız kişinin öyküsü her yerde çok yaygınmış ki -bu galiba “dedemin şehrine” uyuyormuş. Hollywood’da olduğu gibi Hindistan, Japonya, Tayland ve Yeşilçam’da yıllarca klişe buymuş. Köyünü açlık, “yeni bir başlangıç” yüzünden, zenginlik veya “kolayca elde edilen kadınlar” için terk eden genç adam şehirde hüsrana uğrarmış. Cebindeki üç kuruşu da soygunculara kaptıran adam da sonunda bir soyguncu olurmuş. Adam, “şehre uyar”mış.

“Modern”e düşmanlık, batı dünyasıyla özdeşleştirilmiş her şeyden nefret, ABD ve İsrail’in “şeytanın ete kemiğe bürünmüş hali” olarak görülmesi özellikle siyasi İslamcılarca ileri sürülmüş. İranlı entelektüel Al-i Ahmed batılı fikirleri tanımlamak için “zehrigarbiyat” terimini üretmiş. Hamas, AKP, Rabiacılar ve “biraderleri” Kudüs’ü, Tel Aviv’i “şeytanın yatağı” olarak nitelermiş. İsrail’in bir bütün olarak “haritadan silinmesi” çağrısı yaparmış. İran da uzun yıllar buna dahilmiş.

İsrail Ordusu’nun 2008’de ve 2014’te bugünlerde yaptığı   “şehre düşmanlık”mış. Gazze’ye binlerce ton bomba yağdırmak, her an çocuk ve bebek öldürmek, milyonların yaşadığı bir kentin elektriğini, suyunu, yiyeceğini, ilacını kesmek, yıkıntılar içinde “ailesini arayan çocuğu” bile sniper kurşunu ile vurmak “şehre düşmanlığın” en somut haliymiş. İsrail’e göre, “Gazze intihar eylemcisi yatağı”ymış.

Şehir Aydınlanmanın, Laikliğin, Liberalizmin, Demokrasinin ve Sosyalizmin filizlendiği yermiş. Ancak tüm bunların panzehirleri de sıkça yine şehirlerde boy gösterirmiş. Faşizm, Nazizm, Hitler, Mussolini ve diğerleri batının şehirlerinin ürünleriymiş. Bir zamanlar Hitler de Amerikan şehirlerini “makineleşmiş bir tabiatta” olmakla eleştirirmiş. Hitler “kendi batısı”na tıpkı bir “doğulu” gibi bakmışmış.

Her ideolojinin birbirine ikiz gibi benzeyen “şehri” varmış. Hamas’ın Tel Aviv’i, Netanyahu’nun Gazze’si. Gazze hem iyiymiş hem kötü, hem yalancıymış hem doğru, hem direnişmiş hem ihanet. Tel Aviv hem İsrail’i protesto edenlerle doluymuş hem Gazze’ye bomba yağdırana alkış tutanlarla, hem ölen Filistinliye ağıt yakanla hem sevinenle. Şehir iyi ve kötüyle bir bütünmüş.

*Oğlum orası şehirdir, tanımadığın arkadaşlarla gezme, eve geç gitme, her yere girme, kendine dikkat et.