Hiç şehir olmadılar. Köy köy, mezra mezra, dağ dağ, tepe tepeydiler. Sonra bir asır evvel bir garnizon, bir karakol, bir yol, bir de okul. Toplaştılar etrafına mecburdan. Ne Teb’teki taş binalar, ne yedi tepeli şehir, ne piramitleriyle Mısır, ne gâvur namlı İzmir’diler. Onları simgeleyen, başlarındaki o eski doru at Düldül’ün adında tepedir belki, her sabah insanı sınayan. Sokaklarda varvara, sımsıme, fırfıre oynayan, saklambaç saklanan bir çocuk sürüsü yok. Dört-beş dil vardı, şimdi tek bir. Tüm evler, tüm kapılar, yerliye-yabancıya açık, fakir sofralarda en az bir run-torak hazırdı, şimdi kapılar hep çelikten.

Nehirler akmıyor eski şehirde. Barajlar dağları, dağlar suları esir aldı. Nehirler kıyısında ne at-çek yapan bir Qavır, ne de elinde çöp dolusu balıklarla her veraso vaktinde lokantaya dalan Çolo var. Qavır kanserden öldü, Çolo belediyede işe girdi. Felaket haberidir her devirde masmavi suyun akmaması, sinsice birikmesi, sıcak gövdesinde çöp yüzen bir boğucuya dönmesi. Gölün üzerinde bir köprü bile yok, olsa intiharlar azalacak.

Oysa Deylemden gelmiştiler. Yüksekten bakmıştılar her şeye, herkese. Suyun sesini, balığın kanadını kutsamışlardı. Dağlarına tapacakları, nehirlerindeki balığa dua edecekleri, keçiyi Xızır’a verecekleri bir yurt peşindeydiler. Kırmızı beyaz, gümüşi parlayan kırmızı benekli balıklar artık yok, gece gündüz konuştukları Xızır ile keçileri epey evveli sır oldular. Bir balıklar tanıktı oysa, toplu kırılanlar atıldığında, suyun dibindeki açık korkunç gözlere, keçiler tanıktı dağlarda saklananların çilesine.

Kemere Çile’de, Hiniye Dızdu’deki tertemiz kil, sabuna çoktan yenildi, sabun şampuana, insan doğaya yenildi, doğa baraja, rüyalar Kırmancça’dan bir eski resmi dile yenildi ki, devletin denetleyemediği tek orasıydı. Haydar’ın sır olduğu yerin yanında, yürüdüğü kutsanmış yolun etrafında, iki ruhsuz cemxane.

Sey Qaji, Weliye Uşênê Yimam masallarda eski birer anlatıcı, ağır ağır bir kanlı asrı devirmeye giden Sılo Qız bozuk kemanesiyle bir eski deyişçi, hep aşiret ağıtlarını söyleyen. Ne eski viran evlerin önünde bir köpek, ne sessiz rüzgârlı dalda bir kuş, ne de evin arkasında iki oğlak.

Eskiden her hanede on, on iki çocuk, şimdi kırkında evlenmekle, çocuk yapmamakla övünen nesiller. Oysa rahim ve toprak sulanmalı, saksı çatlamalı, on dört bin yıllık kabuk şenlenmeli, çocuk sesi bir kuş cıvıltısı olmalı. Gövdesiz tanrılar, cinler, periler, şeytanlar masallarda, hiçbir halk gövdesiz yaşayamaz.

Eskiden kederli bir masaldı kan deryaların hikâyesi. Şimdi sesi yaprak gibi, avurtları göçmüş bir sestir sadece kamera önünde titreyen. Eskiden öfke vardı, umutta, şimdi çıplak bir hüznün sesi ya da bıçak gibi sessizlik, laldır diller, hep konuşmak isteyen.

Fethedildi, yıkıldı, ganimet alındı, taş üstünde taş, gövde üstünde baş kalmadı, Fizan’a, nemli deniz kıyılarına, Sinop kalelerine atıldı. Horasan’dan geleli taş çatlasa yedi sekiz yüzyıl etmezdi. Hâlbuki dağlar korurdu esmer çocuklarını, bitimsiz gecelerde, nazlı uykularda Xızır. Tam yüz sekiz sefer gördü, gelen, yıkılıp giden bayrak dikti kırmızı topraklarına, yüzyıllardır İslamlar ve Türkler, çeyrek asırdır tanıdık bir ezilmişlikle Kürtler. Bayrağı yoktu, dini de, yolu vardı ama sadakati yoktu, biri geldi, biri gitti, hiçbirine yenilmedi.

Şehirler geçtim, şehrim geldi hep peşimden. Bin yıllık ailemin tüm üyeleri oraya gömüldü, daha da ölecekler. Deylem’de kalanlar, Horasan’da düşenler. Şehrimin iç organlarını dinlerim her gün, hiç dinmeden. Sise doladığım kadınlar, olmayan istasyonda bekleyen arkadaşlar. Anılar, yüzlerde derin kırışıklıklar, gövdeden salınan yeşil damarlı kollar, süt kokan avuç içleri şehrimde daha, hepsinin yüzünde bir damla kan lekesi var. Onlarla çoğalmıştım, şimdi bilmiyorum kimim. Herkesin içine girip konuşurum, şehrime hiç girmedim.
Şimdi kimin için okudun sen bu ağıdı ey hikâyeci, şehrin için mi, kendin için mi, unuttun.