“Bana pek sert vurmuşlar bir yerlerim ağrıyor.” Necatigil’in “Daktilo”suydu bunu söyleyen. Sonra hepimiz söyledik. Daktilo olduğunu hatırlayınca da bir tebessümle yetindik. Daktilo, eşya. İnsan? Bir varlık bir yokluk. Bin varlık bir yokluk da olabilir. Nimri Dede’nin “varlık dağlarını delip geçerek/düzde ben bir insan olmaya geldim.” dediğini hatırladım. Varlık, varla artmaz hep, çoğun yokla artar. Varlığın […]

Sevincin sesi

“Bana pek sert vurmuşlar bir yerlerim ağrıyor.” Necatigil’in “Daktilo”suydu bunu söyleyen. Sonra hepimiz söyledik. Daktilo olduğunu hatırlayınca da bir tebessümle yetindik. Daktilo, eşya. İnsan? Bir varlık bir yokluk. Bin varlık bir yokluk da olabilir. Nimri Dede’nin “varlık dağlarını delip geçerek/düzde ben bir insan olmaya geldim.” dediğini hatırladım. Varlık, varla artmaz hep, çoğun yokla artar. Varlığın artmasında bir kalıcılık arayanlar, varlığı aşka değil dünyaya yoranlar, sıratta sır saklayacakmış gibi biriktirenler, eşyayı bir hazine gibi korurlar da insanı harami gibi tüketirler.

Kederimiz sırlı değil, sevincimizde de sır yok: “Düzde ben bir insan olmaya geldim”
dediği Dede’nin, insan bazen varlığından taşar. Varlık bir bahçe ve oradaki bir çiçek, bir yaprak, bir dal başını uzatır sevince. Göresi geldiğindendir, aklına estiğindendir, gönlüne düştüğündendir, ve içinin coştuğundandır. Bir de, belki de, çok zamandır bahçede kendi kendine kaldığındandır, başka bahçelere, başka çiçeklere ve başka sözlere uzak olduğundandır.

Varlığın hayat bulması, ruhunun dolması ve akmaya koyulması, neş’edir. Varlığın neş’esi değil sözünü ettiğim. O kolay. Asl’olan azdan, yoktan, hiçten neş’e çıkarmak. Varlığın yokla varlık olmasındadır neş’e. Dünyayla fazla hemhal olanlar bunu çoktan unutmuşlardır ne yazık. Dünyayı bir mülk ve kendilerini de bu mülkün sahiplerinden, hissedarlarından, mirasçılarından, vekillerinden ve vesairelerinden biri olarak görenler aynı taraftadır. Neş’enin değil…

Neş’enin karşıtı keder değil. O da neş’eye dahil bir hal olabilir bazen. Neş’enin karşıtı vicdansızlıktır, hoyrat bir vicdansızlık ve kaba bir fars. En kabasından. Ece Ayhan, doğuda bir ‘pusu geleneği’nden söz eder. O gelenek işte yaşama sevincine karşı da pusu kurar. Pusu sonradan kurulmaz, baştan hazırlanır. Uzun uzun düşünerek, ince ince tasarlanarak.

Yokluğu bilmeyenin varlığı da bilmeyeceği gibi, pusuyu da başkasına kurmaz insan, kendine kurar. Nefreti körükleyen birinin, sevgiyi de harlayacağını herhalde kimse düşünmez. Düşünmez, çünkü bazen gerçek yalnızca olumsuz olandır. Erdal Öz’ün öykülerinde okumuştum, başka yazarlardan da benzeri konulara değinen öyküler okudum: Bir işkenceci, sorguda zulmederek, eziyet ederek, döverek söverek, bazen sakat bırakarak, hatta bazen de öldürerek harcadığı nefretini, karısına ve çocuklarına sevgi göstererek dönüştürebilir mi? Ya da ikisi aynı kişi olabilir mi, işkence eden ve seven? Buradaki gerçeklik de ortada bir sevgi varsa, bunun eşine ve çocuklarına değil, işkenceye yönelik olduğudur.

Bugün kiraz ağaçlarını yakından gördüm. Daha doğrusu onlar beni yanlarına çağırdılar, büyülendim. Kirazı severim ama şimdi ağacını kirazdan daha çok seviyorum. Bu gece uyuyamazsam gözlerimi kapatmak, o büyüden uzaklaşmak istemediğimdendir. Gözlerim bugün gördüklerini unutmasınlar. Unutmazlar. Çünkü armağanı gördüler bugün. Armağan dediğimiz şeyin uzağımızda olmadığını, çok aramak gerekmediğini, hatta çoğu kez gözlerimizin önünde durduğunu ve sadece…

Sadece açık olmak gerektiğini biliyorlar, biliyorsunuz, biliyoruz, bilelim. ‘Surat asmak hakkımız’ diyenler olabilir, bana kalırsa fazla artistik bir cümle, sistem karşıtı gibi görünüp, muktedirlerin dikkatini ve gazabını çekmeyecek türden. Düzeni sözüm ona köktenci bir biçimde eleştiriyormuş gibi davranmanın fiyakası da başka! Dedim ya, üstelik fazla aforizma tadında ve boş! Zaten surat asıyorsunuz, zaten suratımızı asıyorlar!

Aylardan Nisandır, üzerine çok konuşulur, çok şey yazılır. Ben de yazdım, şiirler ve yazılar. T. S. Eliot’un kutsal kitabı Çorak Ülke’nin açılış dizesini herkes gibi ben de bol bol kullandım: “Nisan, ayların en zalimidir.” Ama bu, ondan gördüğüm ve daha göreceğim iyilikleri, güzellikleri yok saymamı, inkar etmemi gerektirmez. Mart ve Nisan, bazen “baharı bekleyen kumrular gibi”, iki kumru gibi iki ay olurlar ve gelip gönlümüze yuva kurarlar.

Varlığın baharı, varolmanın baharı. Darlanmıştık, baharlandık. Kendimize bir başka geldik, bir başkası olarak geldik. Varlığımız bahçesinden taştı, başkalaştı. İnsan, ancak başkası varsa vardır. İnsan başkasıyla vardır. Pusular pusuda bekliyor daha. Olsun, baharlanmamız güzel zamanlarımızdır, eskiden, bugünden, yarından yeniden hatırladıklarımızdır. Baharlanmak, hatırlamaktır. Neş’eyi hatırlıyoruz.

Biz bu Nisanda neş’eyi kazandık. Kazandığımız en güzel şey neş’edir, neş’emizdir. Bu insanın içini, kalbini, ruhunu, aklını, duygularını, arzularını, tutkularını ve özgürlüğünü kazanması demektir. Az kaybettik, çok kaybettik, bilmiyorum, daha da kaybedeceğiz, kaybedecek daha çok şeyimiz var, biliyorum. Ama neş’eyi kazandık. Gülüşü, tarifsizliği, sonsuzluğu, göğü, maviyi, iyiliği, birbirimizi, dilimizi, evimizi, şehrimizi de kazandık onunla birlikte.

Bizim de neş’elenmek hakkımız! O zaten pusuda beklemiyordu, beklemez, o kıpır kıpır yüzümüz, gözümüz, gülüşümüz, sözümüz, içimiz dışımız olmayı bekler ve olur. Biz de ‘bin garip’ diyelim, ‘bu Nisan’da çocuklar gibi şenlendik, neş’elendik’ “Daktilo” şiiri, “Kimlerin elinde, herkes benden biliyor/Ne hoyrat kullanmışlar/ Sevincin sesi çıkmıyor” dizeleriyle biter. Göğü de hoyrat kullanabilirler günü de, kitabı da hoyrat kullanabilirler aşkı da, ekmeği de, şarabı da, sözü de… Neş’eyi, sevinci de. Sevincin sesi bundan çıkmıyordur, pek sert vurmuşlar, bir yerleri ağrıyordur.

Şimdi sevincin sesi duyuluyor, incecikten, saklı bir su gibi, kardelen gibi, fırlama bir çiçek gibi ve hayat yeniden neş’eyi kazanıyor! “Kendin için yitirebilirsin, ama başkası için kazanmalısın.” imecesinin neş’esidir bu. Neş’emiz daim olsun, 23 Nisan kutlu olsun!