Bugün Uluslararası Irk Ayrımcılığı ile Savaşım Günü, Dünya Şiir Günü ve baharın müjdecisi Nevruz/Newroz. Bu önemli günlerin bir araya geldiği 21 Mart’ta maalesef ülkemde hâlâ ayrımcılık rüzgârları esiyor.

Şiirin dışındayız üşüyoruz...

Şiirimizin ustalarından Veysel Çolak’ın, 21 Mart Dünya Şiir Günü nedeniyle sosyal medya hesabında yaptığı paylaşımla söze girmek istiyorum. “Ben hâlâ şiire ve şiir sanatına inanıyorum. ‘Büyük İnsanlık’ da inanırsa bu cehennem dünyada çok şey değişebilir. Hayatınız şiir olsun! Unutmayın, şiirin dışında üşürsünüz. Şiir Günü kutlu olsun!”

Şairin özlemini paylaşmamak elde değil. Ama, umutlu olmamızı engelleyen o kadar çok şey var ki… Baharın ilk günündeyiz. Orta Asya’dan İran’a, Mezopotamya’dan Balkanlar’a dünyanın geniş bir coğrafyasında Nevruz/Newroz adıyla kutlanan bu gün, 1960 yılının 21 Mart’ında Güney Afrika’da barışçıl bir gösteri yapan kalabalık üzerine polisin ateş açması ve 69 insanın yaşamını yitirmesinden sonra, Birleşmiş Milletlerce, ‘Uluslararası Irk Ayrımcılığı ile Savaşım Günü’ olarak kabul edilmişti.


Gece ile gündüzün eşitlendiği bir günün insanlığın en büyük ayıbı olan ırkçılığa karşı mücadeleyle anılması gerçekten de anlamlı bir karar. ‘Ayrımcı, ayrıştırıcı’ politikalardan yakasını kurtaramayan, aydınlarını, insan hakları savunucularını hapislerde süründürme, siyasetçilerine yasak getirme alışkanlığını terk edemeyen ülkeler için anlamı daha da büyük. Bu günün ‘Dünya Şiir Günü’ ile birlikte kutlanması ise, şiirin gücüne vurgu yapması açısından anlamlı ve değerli.

Dünyanın bir ‘Şiir Günü’ne ihtiyacı olduğunu ilk fark edenler bizim şairlerimiz olmuş. Şaka değil, bilmeyenler için anlatayım. 1990’lı yılların ikinci yarısında İzmir’de bir şairler buluşmasında ortaya atılmış bu fikir. PEN Türkiye Merkezi bu fikri sahiplenerek, Uluslararası PEN’in Genel Kuruluna taşımış. 1997 yılında PEN bu öneriyi kabul ederek, UNESCO’ya götürmüş. 1999'da Paris’te yapılan UNESCO Genel Kurulu’nda da 21 Mart Dünya Şiir Günü olarak ilan edilmiş. O günden bu yana da dünyanın pek çok ülkesinde kutlanıyor. Bizde de, her yıl yazar örgütleri çeşitli toplantılar düzenliyor ve PEN Türkiye Merkezi tarafından bir şiir ödülü veriliyor (Bu yılki ödülün sahibi değerli şair Erdal Alova’yı sevgi ile selamlayalım bu vesile ile).

SİNEMANIN ŞAİRLERİ

Konuyu sinemaya getirmeme şaşırmadınız elbet; mesleki deformasyon diyebilirsiniz! Oysa, şiirden söz açıp, sinemaya değinmemek olmaz. Sinema-şiir ilişkisi bağlamında, Jean Cocteau, Pier Paolo Pasolini, (senarist olarak) Jacques Prévert gibi usta şairlerin yanı sıra, sinemasında şiirsel bir anlatım benimseyen pek çok yönetmeni anabiliriz. Jean Vigo, Marcel Carné, Jean Renoir, Max Ophüls, Josijuro Ozu, Robert Bresson, Alain Resnais, Luis Bunuel, Michelangelo Antonioni, Chris Marker, Aleksandr Dovçenko, Otar Joseliani, Artavazd Peleshian, Andrey Tarkovski, Aleksandr Sokurov, Krzystof Kieslowski, Terence Malick, Abbas Kiarostami, Theo Angelopoulos, Kar Wong- Wai gibi yönetmenlerin yapıtlarında şiir yoğunluğunu duyumsamamak olanaksızdır. Bizim de şair yönetmenlerimiz var: (tek bir filmle de olsa) Atilla Tokatlı, Vedat Türkali, Barış Pirhasan, Onur Ünlü ilk akla gelen isimler. Fransız ‘şiirsel gerçekçilik’inin başyapıtlarından, Marcel Carné’nin “Sisler Bulvarı”nı, “Gün Ağarıyor”unu, “Gecenin Kapıları”nı genç kuşaklar içinde kaç kişi tanır? Sinematek’in olmadığı şu günlerde, MUBI gibi platformlara çok görev düşüyor (klasikleri Türkçe altyazılı sunmak gibi). Tabi, bir de film festivallerine… Özellikle de, tam 40 yıl önce ‘İstanbul Festivali’ kapsamında bir film haftası olarak başlattığımız İstanbul Uluslararası Film Festivali’ne…

AYRIMCILIK ÜSTÜNE

Festivalin 39. Yıl seçkisini çevrimiçi ortamda izleme olanağım oldu. İzlediğim filmler arasında, gereksizler de vardı, beğendiklerim de. En çok ilgimi çekenler arasında, insanoğlunun korkunç yüzünü, ırkçılığı ve faşizmi bir şamar gibi yüzümüze vuran, kurmaca (Ağlayan Kadın, Antigone, 200 Metre, Onca Ruh) ve belgesel yapımlar (Colectiv, Merkez Üssü, Sovyet Bahçesi, Rüyaların Dağları) öne çıkıyordu. Belgeselleri ayrı bir yazıda ele almayı vaat ederek, önümüzdeki bir ay boyunca sinemaseverlerin dikkatlerini üzerinde toplayacak Akademi (Oscar) adaylarından birkaçına değinmek isterim. Çünkü, bu yılki yarışta, sosyal - siyasal temalara değinen, ırkçılık karşıtı filmler hem nicelik hem de nitelik açısından önem taşıyor.

ABD’nin ırkçı - şoven geçmişinden tablolar çizerek, günümüze göndermede bulunan filmlerden “Miami’de Bir Gece” ve “Blues’un Annesi: Ma Rainey”, daha yakın zamanlardan çok başarılı bir mahkeme filmi “Chicago 7’lisi Davası”, yarışı hangi sonuçla bitirirlerse bitirsinler, yılın en önemli filmleri arasında bana göre. Ekonomik buhran sonucu evlerinden atılıp, göçebe bir yaşama mahkûm olan ama doğayla barışık bir yaşam biçimine tutkuyla sarılan Amerikalıların dünyasına ışık tutan, Çin asıllı Amerikalı kadın yönetmen Chloé Zhao’nun “Nomadland”inin ise bu yılın En İyi Film Oscar’ını kazanmaması sürpriz olur.

Uluslararası filmlere gelince, 20. Yüzyılın ilk yarısında Orta Avrupa’da yaşamanın sorunlarını (Nazi ve komünist rejimlerde türlü sorunlarla boğuşan bir bitki bilimcinin öyküsünü) anlatan Polonyalı yönetmen Agnieszka Holland’ın yönettiği Çek filmi “Şarlatan” ve önceki yazılarımdan birinde değindiğim Guatemala filmi “Ağlayan Kadın” onbeşlik listeye girebilmişti, ama son beş aday arasında yoklar. Romen filmi “Colectiv” adaylığı kaptı, ama En İyi Belgesel Oscar’ını alması daha muhtemel. Beş aday arasında en şanslı olanın (benim de adayım olan), Boşnak yönetmen Jasmila Zdanic’in Serebrenitza katliamını konu alan “Quo Vadis Aida?” adlı filmi olduğunu düşünüyorum. Oscar’larda görmezlikten gelinen, ama BAFTA’nın en güçlü adaylarından biri olan, İngiliz yönetmen Kevin MacDonald’ın, suçsuz yere Guantanamo kampında sekiz yıl boyunca tutularak türlü işkencelerden geçirilen bir Afrikalının gerçek öyküsünü anlattığı “Moritanyalı”yı da okurlarıma önermek isterim, bu Irk Ayrımcılığı ile Savaşım Günü’nde insan haklarını savunmanın ne denli önemli olduğunu anımsatması için…