Google Play Store
App Store
Sercan Meriç

Sercan Meriç

sercanmeric@birgun.net

BirGün’e konuşan Öner Günçavdı, "Öyle bir noktaya geldik ki bu noktada gelirler o kadar düşük kalıyor, artık fiyatlar ne olursa olsun hiçbir şey alamayacaksınız. Yani gelirinizin hiçbir anlamı kalmayacak" diyor.

Şimşek, ekonomi ve gerçek

28 Mayıs Genel Seçimleri’nin ardından ekonomiye düzen getireceği ve enflasyonu düzelteceği gibi iddialarla öne çıkarılan Mehmet Şimşek, henüz hiçbir şeyi çözebilmiş değil.

Ücretli kesimler açısından yıkıcı politikaları bulunan Şimşek’in yaptıklarını ve yapmak istediklerini Prof. Dr. Öner Günçavdı ve Doç. Dr. Serkan Öngel ile konuştuk.

Öncelikle geçtiğimiz yıl yapılan seçimlerin ardından ekonominin başına Mehmet Şimşek geçti, Nurettin Nebatinin Nas dönemi sona erdi ve yeni bir faza geçtik. Bu nasıl bir değişimdi, aradan geçen süre zarfında Mehmet Şimşek neden getirildiğine dair hangi cevapları verdi ekonomiye, hem iç yerel piyasaya, işçi kesimine, emekçi kesimine hem de son tartışılan lokal halk meselesiyle birlikte küresel sermayeye? 

Prof. Dr. Öner Günçavdı: Mehmet Şimşek Beyefendinin göreve gelişi bir mecburiyetten dolayı olmuştu çünkü 2023 seçimleri Sayın Cumhurbaşkanı nazarında çok önemliydi, hatta yerel seçimlerden daha önemliydi. Türkiye’nin son kalan kaynaklarını da bu seçimde başkan seçilebilmek için kullandı. Hatırlarsanız EYT bunlardan biriydi, ücret zamları bunlardan biriydi ve o dönemde yine hatırlarsanız ki asgari ücrete ve genel olarak emekli maaşlarına yılda 2 kez zam yapılması hiç problem değildi. Bütün olumlu şeyleri, bu politikanın arkasını destekleyici söylemleri de ifade etmekten geri kalmamışlardı. Ama Türkiye’nin ekonomik koşulları da bununla uyumlu olmadığı için ülke rezerv kaybediyor, kurlar üzerindeki baskı dayanılmaz durumlara geliyor ve enflasyon artıyordu. Dolayısıyla bu ekonomik koşullarda bir kredibilite problemi de vardı. Merkez Bankası’nın ve ekonomi yönetiminin bir türlü üzerinden atamadığı, sadece lokalleri değil yabancıları da ikna edemediği bir kredibilite kaybı vardı. Bu da sayın Ağbal’ın birden herhangi bir gerekçe gösterilmeden görevden alınması ve uluslararası yatırımcıların bir şekilde aldatılması, onlara şok yaşatılmasına yol açtı. Dolayısıyla bundan sonra kredibilite probleminin aşılabilmesi için daha istikrarlı ve daha ortodoks politikalara ihtiyaç vardı. Sayın Cumhurbaşkanı bundan özellikle kaçınıyordu ama seçim bittiğinde ekonominin sürdürülebilir durumu olmadığı için mecburen uluslararası sermayenin de kabul edeceği bir simayı göreve getirdi. Biliyorsunuz göreve gelişi de çok tartışmalı oldu ve geldiğinde de ilk yaptığı şey kendince faizleri ve kurları serbest bırakıp mali piyasalarda birikmiş olan baskıların biraz gevşemesine olanak sağlamak oldu, bununla da bir mesafe ve süre kazandı. Türkiye’nin o gün de bugün olduğu kadar dışarıdan kaynağa ihtiyacı vardı ve hâlâ var. Ancak bu kaynaklar bir türlü gelmiyor. Biliyorsunuz geçen temmuz ayında sayın Mehmet Şimşek Körfez ülkelerine ikinci seyahatini yapmıştı ve o seyahatten döndükten sonra bütün yandaş basında "52 milyar dolar çantada keklik" denmişti ancak hâlâ gelen bir şey yok, nasihatten başka bir şey alınabilmiş değil. Londra’ya gidildi, Amerika’ya gidildi ama kaynak gelmedi. Yani bir türlü yabancı kaynak girişi sağlayamıyoruz. Anladığım kadarıyla Türkiye tek başına, kendi başına bu krizden çıkmak zorunda. Ancak Mehmet Bey bir kere olayı, bütün problemi sadece bir enflasyonla mücadele meselesi olarak alıyor, yani bu enflasyonla ilgili olarak orta vadeli programın öngörülerine göre davranıyor ve sanıyor ki Merkez Bankası’na birazcık özerklik verince birazcık bağımsızlık verince kurlar üzerindeki baskılar kontrollü bir şekilde bırakıldıkça ekonomi sanki rayına girecekmiş gibi düşünüyor ama öyle değil. Bunu da 10-11 aylık süreçte gördük. Hâlâ ciddi, kapsamlı ve Türkiye ekonomisinin bugünkü sorunlarını çözecek bir çaba içerisinde olmadıkların gördük. Mesela bu enflasyonla mücadele politikasının başarıyla sonuçlanabilmesi, para politikasına piyasanın ve aktörlerin olumlu cevap vermesi, onun tabiriyle yerellerin beklentilerini merkez bankası istediği gibi ayarlayabilmesi için birtakım koşullar var. O koşulların başında da bu programı daha kapsamlı yapmak var. Bunun mesela maliye ayağını ortaya koymak lazım ki bugünlerde bunu kamuda tasarruf diye dile getiriyorlar. Bir üretim ayağının olması lazım ve bu üretim ayağıyla birlikte bir gelirler politikasının olması lazım. Mesela ülkemizde birçok insan enflasyondan bahsediyor, doğrudur fiyatlar hızlı artıyor ve alım gücü azalıyor. Ama öyle bir noktaya geldik ki bu noktada gelirler o kadar düşük kalıyor ki artık fiyatlar ne olursa olsun hiçbir şey alamayacaksınız. Yani gelirinizin hiçbir anlamı kalmayacak. İşte böyle bir ortamda sırf iktisadi, teknik anlamda iktisadi sebeplerle bu ücret artışları ve emekli artışlarının yılda bir kez yapılması gibi bir yöntemi benimsemeye çalışıyorlar ve kamuoyuna diretmeye çalışıyorlar ve bunu ikna ederek değil dikte ederek yapıyorlar. Dolayısıyla teknik anlamda yapmaya çalıştıklarını bir tarafa koyarsak Ortodoks dediğimiz, dünyanın her tarafından uygulanan politikalardır, ancak bunlar kısa süreli politikalardır, uzun dönem sürdüremezsiniz, vatandaşı ikna edemezsiniz. İkna edilmeye çalışılması da gayriahlakidir. Dolayısıyla demokrasilerde de böyle bir şeye yer yoktur. Vatandaştan kemer sıkmasını sadece belli dönemler için talep edebilirsiniz. Ondan sonra bu sorumluluk iktidar temsilcilerindedir. Dolayısıyla orta ve uzun dönemde bu politika orta ve düşük gelirliler işçi için ne vaat ediyor, bu çok net değil. Sadece kısa dönemde vatandaşa acı ve elem veriliyor ya da söz veriliyor ve bu yapılırken de dikte ediliyor hatta bazen azarlanıyor. Bazen de bu yaşanılan ekonomik durumdan sanki ücret artışları ya da bu artışları talep edenler sorumluymuş gibi bir hava yaratılıyor. Oysa bu krizin sorumlusu bu kesimler değil. Bunu biz biliyoruz da bunu Mehmet Bey’in bilip bilmediği konusunda emin değiliz. Dolayısıyla Mehmet Bey’in bu yüzleşmeyi kamuoyu nezdinde yapması lazım ya da iktidar temsilcisinin. Biz buraya neden geldik, kimdir bunun sorumlusu ve bugüne kadar uygulanan politikalardan kimler yararlanmıştır, kimler servet elde etmiştir ve bu servetlerinin karşılığında devlete ne vermişlerdir? Mesela bir seçim geçirdik ve seçimde enteresan bir şeyle karşılattık. Ankara’da iktidarın bir belediye başkan adayının inanılmaz büyüklükte bir serveti olduğunu gördük. Hepsi de gayrimenkul. Kamuoyunda da gündem oldu, kardeşlerine miras kalmış falan ama kardeşleri bu derecede bunları artıramamışlar. Peki bu ticari zekâyla mı oldu, yoksa o kişinin o dönemlerde sahip olduğu bazı siyasi imtiyazlardan oldu? Bunu bilmiyoruz. Keza aynı şekilde bu beyefendi bu kadar gayrimenkulün karşılığında ne kadar vergi verdi veya ne kadar vergi veriyor, bunu da bilmiyoruz. Böyle durumlar bazıları tarafından servet düşmanlığı olarak iddia ediliyor. Kimsenin servetinde kimsenin gözü yok ama vatandaş o kişinin bu servetinin karşılığında ne ödediğini bilmek zorunda ve Maliye Bakanlığı da bu konuda kamuoyunu elinden geldiğince aydınlatmak zorunda. Hâlâ bu soruların cevabı yok.

–Bu soruya bir şey daha ekleyebiliriz hocam. Patisswiss çikolatalarıyla ilgili bir tartışma dönmüştü, hanımefendinin bir cevap vermesi üzerine. Orada da defalarca örneğini gördüğümüz bir şeyle yeniden karşılaştık. Kazancının çok altında vergi tahsil edildiği ortaya çıkıyor. Kara parayla ilgili yaptığımız haberlerde bunlarla karşı karışıyız ama burada yoksulun, emekçinin, fakirin üzerine bu acıyı yüklemektense bu bahsettiğiniz doğru vergiyi toplamak çözüm olabilir ama bunu tercih etmiyor iktidar tabii.  

Prof. Dr. Öner Günçavdı: Benden, benim gibi 10 adamdan vergi toplamak için o kadar gayret göstereceğine, benim peşimden koşacağına bunlar gibi bir iki tanesinin peşinden koşsun daha kârlı bir şey olur ve Maliye Bakanlığı kaynak tasarrufu da sağlar. Elbette benim kastettiğim de bu yani bu bugüne kadar icra edilen tabiri caizse Nas ekonomisinden kazanç elde eden insanların bu kazançları ne kadar vergilendirildi? Ben 20 yıl önce de vergimi devlet ne istiyorsa veriyordum, bugün de aynısını veriyorum. Siz bulabildiniz mi, ben izlememiş olabilirim, Turgut Altınok’un gayrimenkullerine karşılık ne kadar vergi verdiğini gördünüz mü? O kadar gayrimenkulün nakit olarak vergisini vermek başlıbaşına bir problemdir bana göre. Yani ciddi bir nakit açığı da doğurur. Dolayısıyla bu boyuttaki gayrimenkulün vergisinden kaçınabilmek de ayrı bir maharet ve iktidarla yakınlık ister. Şimdi siz bunları yapıyorsunuz, sadece bu mu? Öteki taraftan daha yeni birtakım kesimlere, şirketlere vergi istisnaları tanıyorsunuz ama o istisnaların yarattığı kaynak açığını da çalışan kesimlerden kapatmaya çalışıyorsunuz. Bu bir samimiyet eksikliği demektir. Böyle bir ortamda hiç kimse size güvenmez. Enflasyonla mücadelenin geçmişteki başarılı örneklerine baktığımızda bir kapsayıcı olacak ve bütüncül bir bakış açısında sahip olacak. Kısa orta ve uzun dönemde bir hedef ortaya koyacaksınız ve bu hedefleri de belli bir kesime dayandıracak ve bir öykü yaratacaksınız. Bu öyküyü ben görmüyorum. İki kamuoyu desteği alacaksınız. Mehmet Bey’in kamuoyu desteği var mıdır? Size soruyorum, ben böyle bir desteği görmüyorum. Zamanında Derviş’i (Kemal) eleştiriyorlardı ama Derviş herkesle bir ittifak içerisinde davranmaya çalışıyordu. Mesela Mehmet Bey hangi sendika liderine gitti. Ben bunu çok önemsiyorum. Madem yükü emekçi kesimler üstlenecek hangi sendikaya gitti, hangi sendika başkanıyla görüştü ve onlara ekonomi politikasını anlattı ve desteğini istedi, bu yok.

–Devlet Bahçeli’nin bile desteği yok

Prof. Dr. Öner Günçavdı: Tabii ama ben Mehmet Bey’i 10 aylık süre içerisinde sürekli olarak işveren gruplarında, odalarda, borsalarda, meclislerde yani işinsanlarına birtakım açıklamalar yaparken görüyorum. Hem yükü ben çekeceğim hem de adam yerine konulmayacağım. Bu hadi bırakın ekonomi bilimini, sıradan sokaktaki bir vatandaşın bile çok kabul edebileceği bir durum değildir. Dolayısıyla bu kapsayıcılığı sağlamak lazım, milli bir mutabakat lazım. Madem biz ciddi bir ekonomik problemle karşı karşıyayız, kutuplaştırma siyaseti burada sizin işinize yaramaz. Yapmanız gereken milli bir mutabakat içerisinde girmektir, 2001’de böyle oldu. Belki yaşınız müsait değil ama o dönemde tabii depremin ve başka şeylerin de etkisi vardı ama böyle bir dünya yaratılmıştı. Ama Mehmet Bey tek boyutlu gidiyor, para politikasıyla gidiyor. Hatta bırakın bizi ikna etmeyi, cumhurbaşkanını ikna etmiyor. Ben mesela sizin vasıtanızla ilk yorumumu yapayım, Sayın Cumhurbaşkanı bir açıklama yapmış kamu tasarruflarıyla ilgili. Demiş ki kamunun kaynaklarını etkin kullanmak da bir nevi tasarruftur. Bu Cevdet Yılmaz’ın tam 10 ay önce, 28 Mayıs’tan seçimleri kazandıktan sonra yaptığı bir açıklamanın tıpatıp aynısı. Efendim tasarruf harcamamakla olur. Öteki başka bir şeydir. Ama Sayın Cumhurbaşkanımız kendi üzerinde oluşan baskıları bir şekilde azaltabilmek için böyle bir ifadeyi sarf ederek aslında kendi açısından harcanacak miktarda bir tasarruf yapılmayacağının da net olarak kamuoyuna ilanını yapmıştır. Dolayısıyla bu da Mehmet Bey’in bizim kapsamlı bir makro-ekonomik politika, kemer sıkma ya da enflasyonla mücadele politikasında elinin maliye politikası açısından ne kadar güçsüz olduğunun göstergesidir. O zaman ne olur biliyor musunuz, daha fazla yük bindirirsiniz. Yani kamuyu beslemek için özel sektör, çalışanlar, dar gelirliler, yoksul kesim daha fazla cefaya katlanmak zorunda kalırlar. Dolayısıyla bu benim nazarımda bir iktisatçı olarak –teknik tarafını bir kenara bırakın– gayriahlakidir. İktisat teorisine uyardır, uymazdır boş verin, ahlaki değildir. İktisat teorisi ne derse desin. Ben burada tasarruf yaparken adamın biri gidecek benim ödediğim paraları fütursuzca harcayacak. Olmaz böyle şey, işte bugün gördünüz diyanete yeni arabalar alınmış, adalet sarayları yapılıyor, bunlar şart mıdır arkadaşım? Yani Türkiye madem bu kadar sıkıntıda o zaman sen bunları biraz ertele. Bunlar şart şeyler değil. Yani bir yol olur, bir tünel olur, ne bileyim çöken bir yeri yaparsın, kentsel dönüşüme, depreme harcama yaparsın, bunları anlarım. Türk vatandaşı bunları anlar. Hiç kimse gıkını çıkarmaz, oradaki binaların yapımına para aktarılmasına tamam der. Ama adamın birinin üçüncü dördüncü makam arabasını alması, bilmem nereye adalet sarayının yapılması, bu programda nereye sığıyor? Ben bunu bilemiyorum. Dolayısıyla bunlara cevap veremediği için Mehmet Bey, kapsayıcılık ve inandırıcılık açısından da sıkıntı çekiyor. Bu inandırıcılığı yaratmadan da bu programın başarı şansı sıfır.

***

Bizim dosyamızın konusu Şimşek ekonomisi. Mehmet Şimşek 28 Mayıs’ta kabinede ekonominin başına atandıktan sonra neler yaşandı, piyasalara güven vermek, enflasyonu düşürmek için geldiğine dair analizler vardı fakat karşılaştığımız tablo öyle değil. Öncelikle Mehmet Şimşek ekonomisi işçiler açısından, emekliler açısından ne anlama geliyor, ücretli kesime nasıl bir fotoğraf sunuyor? 

Doç. Dr. Serkan Öngel: Mehmet Şimşek programı aslında yabancı olduğumuz bir program değil. Yani IMF programının bir devamı olarak nitelendirmek gerekiyor. Türkiye 1997-2007 yılları arasında “Uzun 10 Yıl” olarak tanımlanan bir IMF dönemi geçirdi, sonrasında da bu programa mümkün olduğu kadar sadık kalınmaya çalışıldı ta ki ekonomik dengeler sarsılmaya başlayana kadar. Çünkü sıcak para akışına dayalı, kamu kaynaklarının büyük oranda sermaye çevrelerine, uluslararası sermayeye peşkeş çekildiği, yine kamu hizmetlerinin piyasalaştığı ciddi bir dönüşüm süreci yaşadı Türkiye. Bu dönemde temel motivasyon kaynaklarından biri bir kaynak yaratma yani daha önce o toplumun ortak değeri olan ormanlar, nehirler, madenler bunların hepsi hızlı bir şekilde piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda yapılandırıldı. İkincisi ise mevcut kaynakların, bahsettiğim gibi kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması. Bunların bedelleri var tabii ki. Büyük özelleştirmeler ve hızlı bir borçlandırma meselesi, Türkiye’de hane halkı borçlunun patladığı bir dönemden bahsediyoruz. Mehmet Şimşek bu programın bir parçası aslında. Daha önceki dönemde de kendi bulunduğu pozisyon itibariyle bunu sürdürdü. Temel motivasyon kaynağı da sermayenin temel beklentilerini ve taleplerini karşılayabilecek bir sistemi organize edebilmek. Rayından çıktı aslında bir süredir Türkiye ekonomisi, bu programdan ciddi bir sapma gerçekleşti. Özellikle seçim ekonomisi ile birlikte. Türkiye neredeyse sıfırı tüketme noktasına geldi. Yani hem bir taraftan yeni kaynak olanakları oluşturuldu, inşaat sektörü üzerinden büyük bir canlanma oluşturuldu. Borçlulukla birlikte insanların alım gücünde bir yükselme gerçekleşti ama bunun bir sonunun olduğunu biz biliyorduk. Yani bu politikalara eleştirel yaklaşanlar zaten en başından bu yana girilecek noktanın bu olduğunu söylüyorlardır. Şimdi yine aynı programla yola devam ediyoruz. Yani bu reçete Türkiye ekonomisini son derece kırılgan bir hale getirdi ve bu bugün bu kırılgan yapının devam ettirilmesinde ısrarcı olunduğu anlamına geliyor Mehmet Şimşek programı. Bu dönemde ne olduğuna bakarsak neler olacağını da biraz öngörebilmek mümkün. Yani bir taraftan Türkiye’de emek alanında çok ciddi düzenlemelerin yaşandığı bir süreç oldu bu. Taşeronlaşma gerçeği ile çok yaygın bir şekilde yüz yüze geldik. Türkiye’nin büyük birikimlerle oluşmuş kamu teşekküllerinin özelleştirildiği bir süreci gördük. Doğamızın tahrip edildiği, madenler için dağların ve nehirlerin yok edildiği, büyük iş katliamlarının, iş cinayetlerinin yaşandığı bir korku dönemi bu dönem. Aynı zamanda iş güvencesinin büyük oranda sınırlandığı çalışma biçiminde esneklikle birlikte çünkü bu esneklik dediğimiz işverenlerin keyfiliği doğrultusunda yaşanan bir dönüşüm oluşturdu. Örgütlü yapı çözüldü, sendikalar büyük oranda etkisizleşti. Bu program aslında bunun devamı niteliğinde görülebilecek bir şey. Yine hepimiz açısında can yakıcı konulardan bir tanesi, hayat pahalılığı dediğimiz şey ki enflasyonist dönemde bunun etkilerini çok daha ağır biçimde hissediyoruz. Ama henüz 2010’lu yılların başında, ortasında yine Mehmet Şimşek AKP hükümetinde görev alırken kendisinin de içinde bulunduğu grup, ısrarla gıda fiyatlarının enflasyonu belirlemesi konusunda eleştiriler gündeme getiriyorlardı. İşte meyve-sebze fiyatları mı enflasyonu, makro-ekonomik göstergeleri belirleyecek diye. Dolayısıyla Mehmet Şimşek programının özü halkı çok fazla düşünmeyen, tamamen ekonomik verileri kendi kriterleri çerçevesinde düzeltmek üzerine yapılanmış bir şey. Tabii bu süreçte geldiğimiz noktada Türkiye’nin yeni bir zenginler sınıfı var. Sermaye sınıfına yeni, bölük bölük insanlar katıldı. Haksız kazancın, yine kamu kaynakları üzerinden son derece yaygınlaştığı bir dönem yaşadık. Esasında bütün bu yaşadığımız krizin temel sorunları bunlar. Ama dönüp baktığımızda çözümü yine emekçi kesimlerin üzerine yıkan bir programı hayata geçirmek üzerine bir yapının şekillendiğini görüyoruz.

–Burada şunu sormak istiyorum. Mehmet Şimşek geldikten sonra Körfez ülkelerine, Amerika’ya, Londra’ya çeşitli ziyaretlerde bulundu. Burada zaten bahsettiğiniz gibi para politikaları üzerinden temel göstergeler adına bir iyileştirme, bir reform anlayışıyla hareket ediyor. Fakat yine de söylediğiniz gibi bütün acı, zulüm ve enflasyonun bütün yükü yoksullara, bize dayatılıyor. Bir kere sadece Mehmet Şimşek’in değil, saray eşrafının da çok uzun zamandır kamuoyuyla hiçbir şekilde ilişki kurmaması nasıl bir sonuç doğuruyor? Bu sonuca karşılık enflasyon ve yakıcı sorunların yükünün üzerine ihale edilmemesi için işçi sınıfının bu önümüzdeki dönemde nasıl bir tavır alması gerekiyor? Çünkü Erdoğan da şunu söylemişti 31 Mart seçimlerinden sonra, “önümüzdeki 4 yıl boyunca seçim yok, rahatız” şeklinde açıklama yapmıştı.  

Doç. Dr. Serkan Öngel: Tabii ki Şimşek’in bu dönemdeki temel misyonu Türkiye’deki ekonomik dengeleri uluslararası sermaye piyasalarının beklentileri doğrultusunda yapılandırabilecek bir duruma getirmek. Dolayısıyla ekonomik göstergeler temelinde halkın ne yaşadığı, emekçinin ne yaşadığı gibi bir gündemleri yok. Hatta aksine hayata geçirmeye çalışacakları tamamlayıcı emeklilik sistemi gibi yapılarla birlikte işçilerin kıdem tazminatı hakkı, emeklilik hakkı temel başlıklarını budayan, kamu hizmetleri alanında faturayı bu kamu hizmetlerinde kesintilerle –eğitim ve sağlık başta olmak üzere– yıkan bir programı aslında hayat geçirmeye çalışacak. Bir taraftan insanların alım gücünü destekleyecek bir noktaya getirdikleri borçlanma mekanizmalarını daraltıyorlar. Bu da iç piyasanın ciddi bir şekilde daralması ki bunu enflasyonu düşürmenin bir metodu olarak belirlemiş durumdalar. İnsanlar gerçekten çok büyük bir yoksulluk gerçeğiyle yüzleşiyor, yüzleşmeye devam edecek bundan sonraki süreçte de. Yani burada ikinci bir asgari ücret zammının olmayacağı noktasında beyanlar da var. Emeklilerin durumları zaten ortada. Bütün bu yapı içinde sermayeye mümkün olduğunca dokunmadan bunu gerçekleştirmek istiyorlar. O yüzden özellikle vurgulanması gereken şey tüm bu talanın, yağmanın faturasının bundan hiçbir şekilde menfaati olmayan hatta mağduriyetini yaşayan geniş halk kitlelerine yıkılması. Yani temelde yapılması gereken buradaki faturayı daha adil bir ekonomik dengenin çünkü Türkiye’de dengeler bu süreçle altüst olmuş durumda. Büyük kaynak transferleri, servet transferleri yaşandı geniş halk kitlelerinden belli gruplara. Bu haksız zenginleşen kesimlere yönelik, bunların canına basan bir perspektifi esas alacak bir program Mehmet Şimşek’in geldiği ekol anlamında zaten mümkün değil. Yani bekleyebileceğimiz durum bu politikaların sürdürülmesi.

–İşçi sınıfının, yoksulun, emekçinin yanında bir iktisat programı için öncelikle hangi adımlar atılmalı? Önümüzdeki dönemde işçi hareketinde artacak bir trend görüyor musunuz? Önümüzdeki döneme kadar bütün yük bizim üstümüze binmesin diye ne yapmamız gerekiyor? 

Doç. Dr. Serkan Öngel: İşçi sınıfının örgütlülüğü açısından son derece zorlu bir dönemdeyiz. Sendikal örgütlülüğün büyük oranda etkisizleştiği bir evreden geçtik. Emek kesimi 2011 krizini güçlü Emek Platformu üzerinden tahkim etmişti, ama bugün böyle bir zemin maalesef yok. Fakat bu olmayacağı anlamına gelmiyor. Bu politikalar ısrarla üzerimize geldikçe mutlaka emekçi kesimler, sendikalar, emeğin örgütlü kesimleri daha fazla yan yana durma ihtiyacı duyacaklar ve bu bir tepkinin yükseleceğini öngörmek gerekiyor. Bu zorlu bir süreç, bu sürecin üstesinden gelebilmek emeğin mücadele deneyimini günden güne taşıyan yapıların, kadroların üzerinde duruyor. Türkiye’de özellikle DİSK, KESK, TTB ve TMMOB’nin oluşturduğu dörtlünün kendi alanlarını genişleterek, diğer kesimleri de kapsayacak bir perspektifle mücadeleyi örgütlemesi ve emeğin taleplerini, tıpkı Emek Platformu zamanında açıkladığı program gibi alternatif bir programla ortaya koyması anlamlı olacaktır. Yani sermaye programına karşı emek programına ihtiyaç var. Emek programının temel motivasyonu da gelir-gider dengesinin geniş emekçi kesimler lehine yapılandırılması olmak zorunda. Oysa Şimşek’in programı veyahut kaynak arayışı için önerdiği yerler 2001 sonrası Kemal Derviş politikalarıyla gündeme gelen geniş halk kitlelerini borçlandırma mekanizmalarıyla sanal refah ortamı yaratan, gelirin kaynaklarının yanına toplumun ortak kaynaklarını da ilave eden bir perspektif olarak görünüyor. Bunu aşacak olan kamucu bir programdır. Adil gelir dağılımı sağlayacak şekilde sosyal politika araçlarının yetkin biçimde kullanılması önemlidir. Özellikle gelirler politikasının, vergiler politikasının yeniden yapılandırılması gerekiyor. Dünyadaki en adaletsiz vergi sistemlerinden birisi Türkiye’de. Vergi gelirlerini adil biçimde düzenlemek, sermaye kesimlerini, bilhassa da bu dönemde haksız biçimde, kamu kaynakları üzerinden zenginleşmiş kesimleri, buralardan var olmuş yeni grupları dikkate alarak düzenlemek doğru olacaktır.