Hakk, on sekiz bin âlemi yarattıktan sonra insan sıraya gelmiş, bir gün mekânına Mıhemmed’i çağırmış. Miraçmış. Dönüşte Oli’yi parmağında bir nisangeyle görmüş. Bu, arşa çıkarken kükreyen aslanın ağzına attığı yüzükmüş. Bakmış Ali’ye, yanımda doğdun, deyivermiş. O gün, bu gün derler, Oli Hakk’ta, Hakk âdemdeymiş. Sırr, o gün başlamış, kâmil olan her insan bilmiş.

Hakk, iyiliği, eşitliği, kardeşliği ve adaleti emretmiş ama insan pek anlamamış. Mezhepler, tarikatlar, fırkalar, partiler, ırklar, dinler hep savaşmış. Tarih sanki bir felaket kronolojisiymiş. Yamyamlar çocuk masallarındaymış, insan insanı hep avlamış, iki ayağı üstüne dikileli beri insan kan ve veba ırmaklarından geçmiş. Hiçbiri kötü birer rüya, eski zaman hikâyesi de değil, bilinemez bir sırr hiç değilmiş.

Sürgün günleriymiş. Perdeleri çekilmiş, kapıları sürgülenmiş evleriyle, Samsunmuş. Mefiye gidenlere acımış bir komşucuk, doysunlar deyü zeytin getirmiş. Fıkaralar zeytin mi görmüş, zehir sanmış, ne yemiş, ne yağına ekmek banmış. Dökmüşler gece, evden uzağa, gizliden. Köylücükler çok geçmeden öğrenmişler zeytini. İki asır süren iki haftanın son gününde ilçenin ya da şehrin Pazar yerinde görüşürlermiş. Kim sağ kim öle, kim kaça kim gide, kim burda kim orda, durmadan konuşurlarmış. Kardeş kardeşi, kuzen kızanı hemen bulurmuş. Dillerinde ağlar, dillerinde gülerlermiş, bu halı ne zabıta ne muhtar bilirmiş. Akşam herkes eve bir keyifle, tonlarca kederle dönermiş. Tarihin durduğu yerde sebze Pazarı bir özgürlük meydanıymış. Zeytin bir sırr, Pazar başka bir sırrmış.

Bir değil, iki Temmuzmuş. Sivas denen Urum elinde bir hotelmiş. Elinde benzinle yabanıllar insan yakmadaymış. Yanan ten, sönen fer gerçekmiş, ne şeytan Azizmiş, ne devlet varmış. Sekiz saat boyunca yananlar yapayalnızmış. Madımak, herkesin bildiği sırrmış.

Kadınlar bin yıldır, tırnaklarına, çenelerine, alnının orta yerine kına yakmış. Nazlı ince burunlarına, kalın kızıl dudaklarına hızma asmış. Simsiyah saçların tam ortasına bir kırmızı, bir kahve boya atmış. Milenyum vakitlerinde bacağın baldırına, bazen popoya dövmeymiş. Hepsi bir anıyı, iyi ya da kötü bir olayı simgelermiş. Kadınların bildiği sırrmış.

Sırtlarında tütün torbaları, katırlarında benzin bidonları, eski yorgun heybelerinde çay ve yasak Kürdi kelimelerle otuz dört kişiymiş. Saatlerdir yürüyorlarmış, ayak yorgun, omuz bitkin, katırlar susuzmuş. Çocuklar ve katırların birlikte işledikleri suç, bir ülkeden bir kardeş ülkeye serbest ticaretmiş, kaçakçılık öbür adıymış. Cenderme, kaymakam, bekçi hep göz yumarmış. Geceyarısı uçak gelmiş, kulak patlatan sesiyle, katırlar huysuzlaşmış, bomba yağmış, ayrımsız, genç, yaşlı, kuş, katır, heybe, benzin, çay, her şey yanmış. Uludere kazasının Roboski mahalline o uçaklar bir ulu paşanın kararıyla gitmiş. Emreden paşanın üstünde beyaz bir pijama varmış. Ölen ölmüş, kalan bir siyah dumanmış, hâlâ tüter. Kim yapmış, kim etmiş, suç ve guna kiminmiş, dört koca yıldır cevap yok. Herkesin bildiği bir sırrmış, Cilvegözü, Reyhanlı, Diyarbakır sırr, gene.

Yine bir Temmuz vaktiymiş, gün ortasında Suruçmuş. Bir acıyı anarken, yirmi iki yıllık takvimlerden sonra, yine ve yeni bir acıymış. Gizli değil, saklı değil, kameralar önünde otuz iki canmış. Gençlikleri, öpülesi saçları, satın almaya paralarının yetmediği parkaymış. Yerde son anda birbirine kavuşan ellermiş. Çiçekleri saçlarınıza takmak nasip değilmiş, nasipmiş tabutlarınıza asmak. Kadermiş Temmuz günlerinde otuzar otuzar yanmak. Öldürülmek, yakılmak, bu kadar basit ve korkunçmuş.

Bize kadermiş herkesin bildiği sırrın etrafında dönmek. Kim neresinde saklar şimdi, alacakaranlık bu ülke mi susuz toprak mı, ananız mı bacınız mı, yoksa iyi olmayın diyen arkadaşınız mı, kim saklar sizi. Kimse sırrlayamaz otuz ikinizi birden, hiç kimse.