Şimdi Türkçenin bazen yağmurlu, bazen aydınlık şiir sokağında başka yabancı şairler de dolaşıyor. Can Yayınları davet etti onları,...

Şimdi Türkçenin bazen yağmurlu, bazen aydınlık şiir sokağında başka yabancı şairler de dolaşıyor. Can Yayınları davet etti onları, aynı anda bir düzine kitap yayımlayarak. Robert Desnos, Paul Auster, Pablo Neruda, Federico Garcia Lorca, Furuğ, Anna Ahmatova, Yannis Ritsos ve çok eskilerden Sappho... Bir de 'Antikçağ Anadolu Şiiri An-tolojisi'ndeki ve '99 Beyit' adıyla Divan şiirinden beyitler ve çözümlemelerin yer aldığı kitaptaki şairleri de sayarsak, anlayacağınız epey kalabalıklaştı Türkçenin şiir sokağı. Lorca, Neruda gibi bazı şairler, zaten buralardaydı. Ama Robert Desnos, örneğin seçme şiirlerinden oluşan 'Hayır, Aşk Ölmedi' kitabıyla ilk defa katılıyor aramıza. Romancı olarak tanıdığımız Paul Auster'in de roman sokağımızdan sonra, bu defa şiir sokağımıza da konuk olduğunu görüyoruz. Neden konuk dedim. Çünkü bazıları, bu sokağı çevirmeninin maharetiyle çok sevip yerleşmek isteyeceği gibi, bazıları da "daha sonra" deyip bir süreliğine ayrılabilir aramızdan. Hatta bir şairin bu sokaktan ayrılması için, yabancı olmasına da gerek yok... Kimler gelip geçmedi ki bu sokaktan. Gelip geçenlerden bazıları her gün dışarıdaydı, bazıları da hiç çıkmadı penceresi bu sokağa bakan odasından. Bazıları, sokakta gördüğü her kızı öpmek istedi; bazıları tutuklandı, kapatıldı demir parmaklıkların ardına. Bazıları, sanki bu sokakta hiç yaşamamış gibi, arkasında hiç iz bırakmadan çekip gitti nedensiz. Türlü kavgalara, intiharlara, aşklara sahne oldu bu sokak. Hatta sadece bu sokağa bakarak Türkiye'yi bile görebilirsiniz. Örneğin zabıtaları da vardı bu sokağın, polisleri, pezevenkleri, militanları da... Öylesine renkli bir sokak anlayacağınız. Gün geçmesin ki bir kavga kopmasın, gün geçmesin ki bir devrim ya da şenlik hazırlığı içinde olunmasın. Ama bu sokağa sık sık tanklar girip sözcük sözcük bazı şairleri kovalayıp, bazılarına da ödüller, mevkiler vererek dejenere etmeye çalışmasaydı, bu sokağı dünyanın meydanlarına bağlayan başka sokak ve köprüleri sık sık havaya uçur-masaydı, eminim ki çok daha renkli ve zengin bir sokak olurdu burası. Şimdi sokak değil de yatak odası şiirlerinden geçilmiyor, şairler birbirlerini görüp tanımıyor, eskiden olduğu gibi ihtilal ve hürriyet coşkusuyla birbirlerine sarılmıyorsalar da yine de sokağımızın ihtişamını ve gücünü koruduğunu, en azından arka sokaklara gizlenmiş hücre evlerinde, gelecek güzel günlere dair düşler kuranların bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu sokağın bu kadar çok dış etkiye açık ve korunmasız olmasının bir nedeni de, birbirini seven, güvenen şair sayısındaki azlık galiba. Dünyanın başka şiir sokakları da böyle midir bilmem ama bizim sokağımızda hase-tinden ve kininden uyuyamayan çok sayıda şairin bulunması, bu sokağın en hüzünlü yanı gibi gelir bana. Bir de, küfürle eleştirinin aynı şeylermiş gibi anlaşılması... Bu sokağın sakinleri arasında 'yüksek tansiyon' hastalığını andıran 'yüksek ego'ya sahip olanlar, sıklıkla 'Tanrı Olma Sendromu'na yakalandığı için, bu sokakta iktidar savaşı ve keder de hiç eksik olmayacak sanırım.

İşte bu sokakta, yeni gelen misafirlerimiz arasında yanına ilk vardığım Robert Desnos oldu. Gerçeküstücüler arasında adını çok sık duyduğum bu şairle tanışmak için sabırsızlanıyordum. Tahsin Yücel gibi bir ustanın yardımıyla sokağımıza konuk olması da tanışmamızı kolaylaştırdı açıkçası. Breton'un o müthiş romanı 'Nadja'yı okuyanlar, Breton'un onun için şöyle yazdığını bilirler: "Ve Desnos benim görmediğimi, benim ancak o gösterdiği oranda gördüğümü görmeyi sürdürüyor."

Robert Desnos, Eluard ya da Aragon gibi önemli işlere imza atmıştı. Ama hemen yanı başına gelen savaş, onu da içine çekip yutacak, şair yüreğiyle kendisini direnişçilerin arasında bulacaktı. Faşistler onu toplama kampına kapatacak, savaşın sonunda toplama kampından sağ çıkmayı basarsa da, birkaç gün sonra, en azından özgürlüğüne kavuşmuş birisi olarak hayata gözlerini yumacaktı.

Onun hakkında bunları bildiğim için çok fazla bir şey soramadım kendisine. Bir utangaçlık ve hüzün yerleşti üzerime istemeden. Onun da sessiz bir günü olmalıydı. Ama sokak boyunca birlikte yürümemize izin verdi. 'Hayır, Aşk Ölmedi' kitabından dizeler okuyup iki de bir gökyüzüne bakıyordu, özlediği bir şeyi arar gibi. Yolda yürürken, milliyetçiler tarafından kurşuna dizilen Lorca'yla ve Şili'nin faşist diktatörü Pinochet'ye karşı mücadele ederek ölen Neru-da'yla karşılaştık. Furuğ, o buğulu bakışlarıyla bizi süzdüğünde, Desnos, okuduğu şiirini bir an unutur gibi de oldu. Başta söylediğim gibi, kalabalık bu aralar sokağımız. Her an karşınıza kimin çıkacağı belli olmaz.

Robert Desnos, bana bir arkadaşını anlattı yürürken. "Folfanfifre'in Öyküsü"nü... Dinlerken, gülmekten kendimi alamadım. "Folfanfifre hiçbir şey bilmiyordu okulda / Hiçbir şey öğrenmiyordu / Salağın teki olduğundan öğretmeni / Folfanfifre bir bilge oldu / Yanlış bir şey öğrenmemekle / Folfanfifre gösterdi bu cesareti."

Sokakta öpüşen bir çift gördüğümüz zaman, "yarın 14 Şubat sevgililer günü" dedim ona. O da sevgililer gününün, tüketime özendirme hallerini görmezden gelerek şunları fısıldadı kulağıma: "Umut kırıcı bir av olacaktır tüm bedeni / Sahte sevgililer ve sahte aşklar için / Ve gerçek âşık / Her şeyi kurban edecektir sevdiğine" Sonra devam etti şiirinin bir başka yerinden: "Ama önce sevilmek için / Aşkı bile yitirmek gerek belki".

Desnos'un yanından ayrılırken: "Arkadaşımla dolaştım bugün, / Ölmüş de olsa / Dolaştım onunla." dedim ona, bir şiirine gönderme yaparak. O da bana: "Sen de geleceksin benim oraya / Bir pazar ya da cumartesi" demesin mi? Ona ölü olduğunu hatırlatmamın iyi bir karşılığı olmuştu bu sözleri.

Onu o sokakta bırakıp eve geldiğimde, "Herkese İyi Geceler" dileyen şiiri aklımdan çıkmıyordu bir türlü. Yarın da Furuğ'la yürüyeceğiz o sokakta. Onlar hep oradalar, kitaplar sayesinde. Kitaplar olmasa, ne kadar azız aslında...