Korku ya da gizem filmlerinde vardır, bir aile ücra bir kasabaya taşınır. Komşuları inanılmaz derecede güler yüzlü ve yardım severdir. Her şey gerçek olamayacak kadar mükemmeldir, sokaklar pırıl pırıl, hiçbir sorunun yaşanmadığı bir yer… İzleyenlerde burada bir tuhaflık olduğu hissi uyandırır bu sahneler. Sonra da kasabanın bir tarikat ya da gizemli güçleri olan birilerinin kontrolünde […]

Korku ya da gizem filmlerinde vardır, bir aile ücra bir kasabaya taşınır. Komşuları inanılmaz derecede güler yüzlü ve yardım severdir. Her şey gerçek olamayacak kadar mükemmeldir, sokaklar pırıl pırıl, hiçbir sorunun yaşanmadığı bir yer… İzleyenlerde burada bir tuhaflık olduğu hissi uyandırır bu sahneler. Sonra da kasabanın bir tarikat ya da gizemli güçleri olan birilerinin kontrolünde olduğu ve bu huzurlu yerin ardında korkunç şeylerin yaşandığı, herkesin sıkı bir denetlemeyle güler yüzlü olmaya zorlandığı anlaşılır.

Filmi izleyenlerin ilk başta burada bir tuhaflık var diye düşünmesi, şaşırtıcı değil mi? Gerçekte kimse hayatın mükemmel olabileceğine inanmıyor mu? İnanmayışlarının nedeni, yaşadıklarından öğrendikleri mi? Ama aynı hissi kendi hayatımızda pek yaşamayız sanki, “Nasıl olur bu?” diye şaşırırız çoğunlukla, başımıza gelen kötü şeylerde.

Kılıçdaroğlu’na yumruk atılması, içinde bizatihi bulunduğumuz gerilim filminde mümkün bir şeydi, ama çoğunluk şaşırdı; onca kışkırtıcı söyleme, yürütülen propagandaya tanık olunmasına rağmen. Bir yakınımız çok hasta ve yaşlı olsa da, ölüm haberi beklenmedik bir olay olur genellikle, şaşırtır bizi, kendimizi ne kadar hazırlamaya çalışsak da…

Sanırım, insan olmayla ilgili bir durum bu. Çoğunluk, kendisine itiraf etmese de, hatta tam tersine ölümün doğal, yadsınmaz ve kaçınılmaz olduğunu söylese ya da düşünse de bilinçdışında ölümsüz olduğuna inanır. Daha doğrusu buna inanmak ister, bir yanıyla da ölümü tabulaştırıp dile getirmez, dile getirse de toplumsal uzlaşıya uygun olarak yapar bunu. Mutlu olmayan evliliğini bozmak istemeyen eşin, aldatıldığına dair ayrıntıları görmezden gelmesi gibi. O ayrıntıları görüp kabul etse, evliliğinin sorumluluğunu, yani hayatının sorumluluğunu alması gerekecektir, ki bu da hiç kolay değildir. Freud, ‘koruma amaçlı hileler’ olarak tanımlar bu durumu. Ama adı üstünde hile, yani bizi koruyacağına tamamen korunmasız bırakır, ölümü, ayrılığı, başımıza gelecek kötü şeyleri kabullenmemizi engellediği için. Sanki hiç hastalanmayacağına, ölmeyeceğine, terk edilmeyeceğine, her zaman çok sevileceğine inandırılmış, inandırmıştır kendisini, bu yüzden riskleri görmezden gelir. Bir de yine koruma amaçlı hileye uygun olarak tam tersine sürekli bu riskleri düşünerek her şeyi kontrol etmeye çalışanlar vardır ki, hayat yaşanmadan kalır…

Freud’un, hayatımızı riske atmadan onun değerini anlayamayacağımıza dair görüşü, bu açıdan anlamlı: “Yaşama oyununda masaya sürülebilecek en yüksek değer, yani ha­yatın kendisi riske atılmadığı zaman, hayat zenginliğini kaybeder, de­ğerden düşer.” Bu her şey için geçerli, birisi sizi terk ettiğinde de, yani kaybetme riski belirdiğinde birden onun sizin için değerini fark edersiniz. Ölümcül hastalıktan kurtulan birinin yaşamın değerini, daha önce olmadığı kadar derinden hissetmesi kaçınılmazdır. Böyle biri, daha önce kafaya taktığı pek çok şeyi önemsemez olur, yaşamın ona sunduğu iyi ve kötü şeyleri bir bütün olarak kabul eder. Melanie Klein’ın iyi ve kötü nesnelerin birleşmesi olarak tanımladığı o iyileştirici süreç… İnsanın bu noktaya gelmesi için, illa ölümden dönmesi gerekmez elbette.

Günümüzde çoğunluğun riske girmekten kaçınmasının bir anlamı olmalı bu açıdan. Sorumluluk almadan, riske girmeden, tercih etmek zorunda kalmadan, bütün olasılıkları yaşama arzusuyla ölümsüz ve sınırsız bir yaşam… Tüketim toplumunun da, dinlerin de, ideolojilerin de ölümü yadsıyan ve alttan alta ölümsüzlük yanılsamasını besleyen bir yanı yok mu?

Ian Craib, ölümün insanlardan saklandığı bir çağda yaşadığımızı yazmıştı ‘Hayalkırıklığı’ kitabında, geçen yüzyılın seks tabusunun yerini alan son büyük tabu olduğunu… Belki de sonu hiç gelmeyecek bir tabu…