Engels’in formüle ettiği teori devletin gelişme aşamasındaki toplumun ürünü olduğunu söyler. Karşıtlıkların toplumu kısır bir mücadele içinde tüketmemesi için düzeni sınırlarında tutmaya yarayan güce devlet denilmiştir.

Spinoza’nın sevinci ve kederi

Kendisi sıkıntılı bir hayat sürdürmüş olsa da insanın “sevinç ve keder” ikilisi arasında nasıl bir seçim yapması gerektiğini anlatan, sevinç içinde yaşamanın yollarını araştıran Benedictus Spinoza’nın belki de sıkıntıyla ele aldığı ve çözüm aradığı konulardan, sorunlardan birisi “devlet” sorunudur. Spinoza konusunda uzman felsefecilerimizden Çetin Balanuye filozofumuzun “insanların eyleme güçlerini baskılamayan bir toplumsal düzenin tesisine kafa yorduğunu” söylemekte ve “Spinoza’nın sevinci nereden geliyor” adlı ilginç eserinde bu konuya da yer ayırmaktadır. (Balanuye, Spinoza’nın sevinci… Ayrıntı Yayınları, sf.143)

Spinoza Ethica adlı baş eserinde sorunu “doğal devlet- medeni devlet” olarak sınıflandırmakta ve konuya girerken “doğal devlet”in dayandığı temeli şöyle tarif etmektedir: “Her insan üstün bir doğal hakla var olur. Dolayısıyla her insan üstün bir doğal hakla kendi doğasının zorunluluğundan kaynaklanan şeyleri yapar. Bu yüzden her insan en yüce doğal hakka göre neyin iyi neyin kötü olduğuna karar verir.” Bu şekilde var olan insanın aklın kılavuzluğunu terk ettikleri için uyum içinde yaşama imkânını terk ettiklerini bu nedenle de “doğal haklarından vazgeçmeleri ve birbirlerine zarar verebilecekleri türde hiçbir şey yapmayacaklarına dair birbirlerine güvence vermeleri gerekiyor” der. (Ethica, Alfa Yayınları, sf.360)

Medeni devletin, yeni şimdiki egemen devletin kaynağını kökenini anlatmaya da buradan geçer. “Bu yolla, der Spinoza, toplum, ortak yaşamaya dair kurallar koyma, yasa çıkarma, bu yasaları duyguları denetim altına alamayan akılla değil de tehditle uygulama yetkisi elde edecektir.” “İşte, der sonra, kendi yasalarıyla ve kendi kendini koruma gücüyle elde edilmiş topluma devlet adı verilir ve onun yasalarının güvencesi altındaki insanlara da yurttaş.” (a.g.e, sf.360)

spinoza-nin-sevinci-ve-kederi-930516-1.

Spinoza’nın tezlerini yorumlayan Balanuye, yurttaşların bir tür toplumsal sözleşme olarak kurgulanan devlete ürkütücü olduğu için bağlılık göstereceklerini bunun da sonunda sözleşmenin dağılacağını ve yıkıma uğrayacağını öngörmektedir: “Sözleşmeyi temsil etmeye soyunmuş egemen açısından (farklı) söylemler arasında cereyan eden durmak, bitmek bilmeyen çatışma egemenin kendi var-kalımı açısından ciddi bir meydan okuma oluşturur.” (Balanuye, sf. 149) Aslında Spinoza’nın çizdiği iki devlette, doğal devlet baskı altında henüz sözleşmeye itiraz edemeyen insanların peşine düştükleri gerçekçi ütopyayı anlatır gibidir. Spinoza’nın doğal devleti söyle bir devlettir: “Doğal devlette hiç kimse umumun rızasıyla herhangi bir şeyin sahibi olamaz, doğal devlette hiçbir şeye bu adamın ya da şu adamın denemez; çünkü her şey herkese aittir, bu yüzden doğal devlette kendi elindekini başkalarına dağıtma arzusu ya da başkasının elindekini alma arzusu diye bir şey söz konusu olamaz.” (Ethica, sf.361)

DOĞAL DEVLET ÜTOPYA MI?

Spinoza’nın doğal devletinden epeyce uzaklarda olduğumuz ortada; insanların duygulanışların etkisinden sıyrılıp rasyonel bir aklın yolunu tutacaklarına inanmıyor Spinoza. Ama bu türden bir devletin var olma olasılığı ya da zorunluluğu da açık. Devlet Balanuye’nin dediği gibi insanlar, “var-kalma haklarını ortada bir sözleşme olmasa, kendi başlarına daha etkin savunabileceklerini sahiden düşünmeye başladıkları durumda, hem sözleşme hem de onun eseri olan devlet uzun süre varlığını sürdüremeyecektir.” (Balanuye, sf.144) Spinoza’nın da en akıllıca yolun “demokratik bir katılım” olduğunu düşündüğünü de ekliyor yazarımız. Demokratik katılımın işe yarayıp yaramayacağı günümüz siyasetinin de temel sorunlarından berisidir.

Günümüzde yeniden aydınların ilgi alanına giren Benedictus Spinoza’nın devletle ilgili görüşlerini Balanuye’nin yorumlarından da yararlanarak aktarmaya çalıştım. Kanımca Spinoza’nın görüşleri genel hatlarıyla devletle ilgili Marksist görüşe çok uzak sayılmaz. Ayrıca yine devlet konusundaki tezlerinin din devlet ilişkisi açısından da günümüz için aydınlatıcı olduğunu söylemekte ve uzun da olsa alıntılar yapmakta yarar var. Çünkü bu tezler bizim güncel sorunlarımızla yakından hem de çok yakından ilgilidir, ufuk açıcıdır. Balanuye, Spinoza, “yaşadığı dönemde, -bugün de pek çok yerde hâlâ olduğu gibi- diye vurgulayarak, kurumsal dinlerin toplumsal sözleşmelerin yerini almak istediğini görüyordu”, “Bu yalnızca sonuçsuz değil, sakıncalı da bir fikirdi. Din de dahil herhangi bir güç ya da referans, bir varlığın var-kalma çabası gösterme hakkını ya da dünyevi eyleme gücünü ona rağmen ya da bulanık fikirlerle edilgen kılarak elinden alamazdı” (a.g.e, sf.144) diye yazıyor.

DEVLETIN KAPSAMA ALANI

Ama bugün hurafenin neredeyse eksilmeden sürüp gittiğini, devlet adını verdiğimiz ve zoraki bir “toplumsal sözleşme” olarak adlandırılan yapının da kapısını bu tür hurafeye sonuna kadar açtığını görüyoruz. Devletle ilgili olarak Engels’in formüle ettiği genel teori devletin belirli gelişme aşamasındaki toplumun bir ürünü olduğunu söyler. Buna göre, toplumdaki karşıtlıkların çatışan sınıfların kendilerini ve toplumu kısır bir mücadele içinde tüketmemeleri için çatışmayı yumuşatmak, düzeni sınırları içinde tutmak için gerekli olan güce devlet denilmiştir. Kuşkusuz bu anlatımla yetinmez Engels, “Toplumun bağrından doğan ama kendisini toplumun üzerine yerleştiren, ona giderek daha fazla yabancılaşan güçtür devlet” der.

Dahası vardır. Devlet uzlaşmazlıkları adeta yukarıdaki anlatımın yanlış anlaşılmasını önlemek için açıkça çatışın sınıflar arasında ortada durmaz, tam tersine egemen güç olarak ekonominin sahibi olan sınıfın hizmetine girer ve her ne kadar klasik teorideki konumunu koruyor izlenimini vermek için sahte girişimlerde bulunsa da bu hiçbir işe yaramaz. Artık gizli saklı kalmamıştır. Daha doğrusu gizlenmeye gerek kalmamıştır. Devletin şimdiki biçimi yalnızca egemen sınıfın gereksinimlerini yerine getirmek, sistemi bir bütün olarak korumakla sınırlı iken, şimdi egemen siyasi güç toplumun belli kesimlerinde tutunmuş siyasal İslam'ı da devletin temel rengi olarak topluma, siyasetin muhalif unsurlarına ve dünyaya kabul ettirmek gibi yeni bir görevi üstlenmiş durumdadır.

Türkiye’de bir değişim istediklerini söyleyen siyasiler devletin dönüşümünü din esasları üzerine oturtarak gerçekleştirmek isteyenleri esas alıyor, temel mesele laikliği de kültürel bir form olarak tarif ediyorlar. Bir diğer, özellikle de sosyal demokratlarda egemen olan yaklaşım da sorunu yönetim biçimine Cumhurbaşkanlığı Sistemi yerine geliştirilmiş parlamenter sistemin geçirilmesi olarak anlıyor ve öyle sunuyor. Bu ikisinin karşı karşıya konulması ise egemen güce ve uzunca bir süredir devleti dönüştürülmesini mutlulukla izleyen egemen sınıfların ekmeğine yağ sürmektedir. Türkiye’nin laik bir devlet olarak, dini insanların gönlüne bırakmış, devlet kurumlarının ve anlayışının dışında tutmuş bir şekilde varlığını sürdürebilmesi, öte yandan çağdaş yani seküler toplumun gelişebilmesi ile ucu açık demokratik katılımcı bir yönetim biçiminin egemen olması yani rejimin değiştirilmesi birbiriyle ilişkili, birbirini tamamlayan, biri olmadan öbürü olamayacak hedeflerdir.

***

Demokratik devlet ancak laik bir devlet olarak, çağdaş seküler bir toplumun ufkunu açarak geleceği kurabilir. Bu nedenle siyaseti yalnızca bir hükümet değişikliği olarak, devletin el değiştirmesi olarak yorumlamaktan uzak duralım; felsefeyi laf ebeliğinden kurtarmaya, bilimi çıkar guruplarının hizmetine sunanlara karşı çıkmaya, “post truth” sahteciliğiyle mücadeleye de ağırlık verelim.

Başka bir yol bilen varsa, susmasın…