Şu medyanın ufak tefek taşları…

Seçimler, yani iki seçim, öyle ya da böyle bitti. Şimdi her seçim sonrasının klasik ritüellerine döndük; adı lider silkeleme, sorumluyu bulma ve halletme, yerine yenisinin nasıl geçirileceğinin adap ve erkânını saptama, gidenlerle birlikte gidecek olanların, gelecek olan ve onunla birlikte gelecek olanların kıvrak manevraları olarak tescillidir. Ama bu yazının konusu bu ilginç ve heyecanlı konu değil. Bugün derdimiz medyanın bu seçim dönemindeki halleri ve mümkünse dersler çıkarıp çıkaramayacağımızdır.

Seçim döneminde yazılı, sözlü ve görüntülü medyamızda adeta bir patlama yaşandı. Gazetelerin köşe yazarları gittikçe sönükleşen köşelerinden sözlü ve görsel medyada görünme racon kesme ve neredeyse her şeyi bilen akil kişiler ya da moda ifadesiyle kanaat önderleri olarak arz-ı endam etme derdine düştüler.

Şimdi o dönem kapandı, seçimler bitti, geçti gitti, ama medyamızın akilleri için yeni bir dönem başladı. Hangi politikacıları gitsin, neden gitsin, nasıl gitsin, yerine kim gelsin, nasıl gelsin, kimlerle gelsin konularında doğuştan yetenekli gazeteci-yorumcuların yanı sıra sesi gür, desibeli yüksek, kerameti kendinden menkul tartışmacılar hayatımıza renk kattılar.

Şimdi böyle bir dönemdeyiz ve daha bir süre bu aralıkta kalacağız. Şöhretli gazeteciler ki pek çoğu tanıdığımız yakın arkadaşımızdır, biraz da “zamanın ruhu”na uyarak bu sele kapıldılar. Böylece gazetecilikle yorumculuk, bağımsız ve tarafsız -bu tarafsız meselesini de bilinir ama bir kere daha vurgulayacağız bu yazıda- birbirine karıştı. Ama önce medyanın genel durumu üzerine affınıza sığınarak bir iki laf edelim değerli okurlar.

Gazeteci karanlıkta parlar

Medyamızın genel ve kolay geçmeyecek derdi gazete, dergi, TV kanalı, hatta internet gazeteciliğinde sahiplik meselesidir. Bu mesele Batı dünyasının da meselesidir; uzun bir süredir su konuya kafa yoran iletişim uzmanları gazeteciler sermaye sahiplerinin gazete sahibi olmayı çok önemsediklerini yazarlar çizerler. Bu yazarlardan birisi de Julia Cagé. Medyayı Kurtarmak adlı çalışması 2015 tarihlidir. Kitapta bu konuyu ayrıntılı bir şekilde inceliyor ve bir kurtuluş formülü geliştirmeye çalışıyor. Ünlü, pek ünlü Thomas Piketty de kitaba yazdığı önsüzde önerilen “vakıf - anonim şirket” formülünü pek önemser ve “bu yeni model ayrıca, bizzat özel mülkiyet mevhumunu ve kapitalizmin demokratik olarak aşılması olanağını yeniden düşünmeye da çağırır” diye pek hikmetli bir ahkâmın da altını çizer (Medyayı Kurtarmak, İş Bankası Yayınları, Önsöz).

Batıda durum Türkiye’den biraz farklı olmalı. İddia odur ki oralarda devletin medyaya karışması söz konusu değildir; medyanın bağımsızlığını ve tarafsızlığını bozan, zedeleyen sermaye sahipleri zenginlerdir. Devletin yüksek menfaatlerine itiraz edilmediği sürece devletin müdahalesinin olmadığını varsayalım varsayabilirsek; Piketty gibi uçmasak da Batıda devletin gerçekten bu işlere karışmadığını, büyük bir gazetecilik olayı olan Julian Assange olayını, Yurtseverlik yasasını, Guantanomo yasaklarını, Assange’ın önümüzdeki günlerde ABD’ye tesliminin söz konusu olduğunu da unutarak, medya sahipliğini yalnızca sermayenin marifeti olarak kaydedelim.

Asıl sahip sermaye mi iktidar mı?

Türkiye’de durum biraz, biraz değil epeyce farklıdır. Türkiye’de medyanın sermayenin eline ve denetimine geçmesi öncelikle siyasetin, iktidarların tasarrufundadır. Kendi bildiğini okuyan sermayedarın elinden alınıp; bir başka, söz dinler, azarlandığında gözyaşı dökebilen sermayeye satılması sağlanmış; iktidar yanlısı olmayan, direnen yazılı, sözlü, görüntülü medyanın hizaya çekilmesi için kurumlar örgütlenmiş, örneğin RTÜK gibi astığı astık kestiği kestik kuruluşlar modern teknoloji ile donatılmış sansür kurumları olarak görevlendirilmiştir. Tüm medya denetimi İletişim Başkanlığı’na verilmiş, Basın İlan Kurumu’nun yetkileri artırılmış, basını reklam dağıtımı üzerinden hizaya çekme işlevi genişletilmiş ceza da verebilir bir kurum olarak adete bir mahkemeye dönüştürülmüştür. Demek ki Türkiye’de esas olan devletin iktidarın medya üzerindeki sahipliği egemenliğidir. Sermaye sahipleri bu formda yalnızca iktidarla olan ve epeyce kârlı olan ilişkileri karşılığında medya sahipliği yapmaktadırlar.

Muhalif denilince

Medyada bu durumun istisnası “muhalif” medyanın çok sınırlı varlığıdır. Açıkça iktidar yanlısı medyayı değil de muhalif medyayı ele almak bu yazının konusu demiştik, nedeni iktidar medyasının en azından şimdilik umutsuz durumudur. Öyleyse muhalif medyanın ve gazetecilerin açmazları, ilkeler karşısındaki pozisyonu, tutumu üzerinde tartışalım. Önceliği de şu “muhalif” tanımı ile ilgili tartışmaya verelim. İlke, gazeteciliğin hiçbir türünün muhalif olarak tanımlanmaması gerektiğidir. İlle de kullanılacaksa, bir galat haline gelmişse, o zaman muhalif teriminin açıklanması gerekecektir. Temel bir soruyu yanıtlamak, yanıtı açmak üzerinde tartışmak şarttır. “Neye- kime, neden, nasıl ve ne zaman muhalif” sorusu yanıtlanmadan genel geçer muhalif tanımı, gazeteciliğin genel ilkelerine ters bir tanım olur. Her nerede olursa olsun iktidarlara, güç odaklarına muhalefet etmek, güç sahiplerinin eleştirisine girişmek, görevini hakkıyla yerine getiren medyayı muhalif medya diye anmayı makul gösterebilir. Gerçeklerden yana olma ilkesi, hem eleştirel medyayı muhalif diye adlandırmayı, hem de ünlü tarafsızlık ilkesinin gerçek anlamını kavramamızı kolaylaştırabilir.

Bağımsızlık ilkesi görece daha kolay anlaşılabilir; iktidarlardan, sermayeden, baskı gruplarından bağımsız olmaktır murat. Ama tarafsızlık haberde gerçekten, gerçeklerden yana taraf olmak demektir. Bu genel ilke de gazetecinin ve bağımsız medyanın muhalif olarak adlandırılmasına yol açar. Bir anlamda muhalif olanla, gerçeklerden yana taraf olan, bir zaman paralel, aynı kulvarda yol alıyor olabilirler. Ne zaman muhalif olan gerçeklerden uzaklaşır, örneğin muhalif siyasetlerden birisi lehine eleştirilerini körleştirir, darlaştırır, sorgusuz yandaşlığa çevirir, kısaca gerçeğe muhalif hale gelir o zaman bu paralellik sona erecektir.

Haber yorum, yorum spekülasyon olursa

Seçim öncesi ve sonrasının yukarıda anlatmaya çalıştığımız zamanın ruhu kapsamında gazeteciliğin sınırlarında dolaşan muhalif gazetecilere ve medyaya dönelim. Ama önce zor da olsa bir ayrım yapmak zorundayız. Araştırmacı gazetecilik diye adlandırdığımız türün başarılı örneklerini bu dönemde de gördük. Gerçek gazeteciliğin parlak örneklerini veren arkadaşlarımız gerçekten de bu zor dönemde pek çok riski göze alarak araştırmacı gazetecilik örnekleri sergilediler. Bu alandaki karışıklık gazeteciliğin ruhuna uygun olarak eleştirel haber yapan gazetecilerin haberlerinde yorum yapmaları ya da köşe yazarlarının haber niteliği taşıyan yazılarında yorumun ağır basması ile ortaya çıkıyor. Medya Ombudsmanı arkadaşımız Faruk Bildirici’nin bu konu ile ilgili değerlendirmesi konuya önemli ölçüde açıklık getiriyor: “Haber-yorum ayrımı” çetrefilli bir konu. Habere yorum katılmaması gerektiğinde hepimiz hemfikiriz. Subjektif yorumlar katılması haberi bozar. Ama yorum katılmayacak diye uzmanlık ve arşiv bilgisiyle, farklı görüşlerin eklenmesiyle haberin beslenmesini sağlayan analizden de kaçınmamak gerek. Analiz ve yorum farklıdır çünkü. Yoruma haber katılmasında ya da köşe yazılarında haber verilmesinde de sakınca yok. Asıl sorun haber ve yorumun birbirine karıştığı, haberin öznelleştiği, kimi zaman bilginin spekülasyonla iç içe geçtiği köşe yazıları.”

•••

Yazı uzadı, çünkü konu bir yazıyla özetlenebilecek bir konu değil, küçük ama önemli bir değinmeyle, tartışmayı bir başka yazıya bırakarak bitirelim. Julia Cagé çalışmasında ilginç bir anımsatmayla bu önemli konuya şöyle değiniyor: “Geleneksel medya bundan böyle tehdit altındadır, hatta kapana kısılmıştır. Enformasyon yinelenmekte el değiştirmekte, kopyalanmaktadır. Ama üretilmesi bu denli pahalı olan enformasyonun çoğaltılması bedavadır. Tarihin ironisi işte. Çoğu kez ilk medya girişimlerinden biri olarak görülen, Fransa’da ucuz basının kurucusu sayılabilecek Emile de Girardin basın işine 1828’de Voleur’ü (Hırsız) yaratarak girmiştir; bu haftalık gazetenin temel ilkesi ise başka gazetelerden çalınmış haftanın en iyi makalelerini yeniden yayımlamaktan ibaretti” (a.g.e., s. 4).

Biliyorsunuz bizde böyle şeyler yoktur. Olsa bilirdik, öyle değil mi? Olsa bile biz kanaatkârız, kaynak göstersinler yeter!