Erdoğan, her fırsatı, karşıtlarının cezalandırılması gereken suçlular olduğu konusunda toplumu, özellikle de kendi topluluğunu ikna etmek için kullanıyor. Karşıtlarını suçlu ilan etmesi, sadece muhalifleri yıldırmaya dönük bir çaba değil. Aynı zamanda, yandaşlarını etrafında tutmaya, onların çizdiği sınırlar dışına çıkmasını engellemeye dönük de bir çaba.

3. Köprü’ye son tabliyesi yerleştirilirken de aynı şeyi yaptı. Geziyi ve gezicileri hedef göstererek, “Kimileri istemedi. Kalkıp buraya kadar gelip eylem yaptılar, istemeyiz diye. Biz ise ‘hayır’ dedik. Bu köprüyü yapacağız, Asya ile Avrupa’yı birleştireceğiz dedik ve yaptık” dedi.

Bir de hayır işledi köprü! Oradaki işçilerin patronuyla canlı yayında pazarlığa tutuştu. Ramazan ayına doğru gidilirken işçilere bir müjde vermesini istedi. Sadece oradaki işçilerin değil, canlı yayın yapan onlarca kanal sayesinde, bütün Türkiye’nin önünde ve yaptığı pazarlığa tanıklık eden işçilerin “az az az” tezahüratları altında patrondan 3 bin TL ikramiyeyi kopardı.

Umarın işçiler parayı alır ve afiyetle yerler! Ancak, “ibadet de gizli, kabahat de” diyen geleneksel değerler yapılan bir iyiliğin gizli tutulmasını söylerken, liderin “iyiliği” dünyanın gözüne sokması asıl derdinin işçiler değil kendisi olduğunu gösteriyor.

Belli yönetim biçimlerinde hep olur bu. Örfün, âdetin, geleneğin, ayıbın, günahın, suçun ve cezanın hep lider tarafından tarif edilip topluma dayatıldığı sistemlerde…

Başörtülü bacılara, bilhassa başörtülü bacılara, saldırmak suçtur! Bunun suç olduğuna toplumu, özellikle de etrafınızdaki topluluğu, ikna etmek de kolaydır. O yüzden, Kabataş’ta başörtülü bacılara bir şey olmasa da olmuş gibi göstermekte beis yoktur.

Suç, liderin tanımladığı biçimiyle topluma kabul ettirilebiliyorsa çok işlevseldir. O yüzden, Kabataş’ta işlenmemiş bir fiilden suç yaratıp yeri göğü inletir, Zaman gazetesi önünde o tarif ettiğiniz suç ayan beyan işlendiğinde sessiz kalırsınız. Otoriter toplumlarda bir fiilin suç olup olmadığını lider tanımlar. Ancak, önemli olan o tanıma toplumu ikna etmektir.

Sosyolog Durkheim’a göre; suç eylemin kendisine içkin değildir, bir eylem kendi başına suç olduğu için toplumun kolektif bilincini acıtmaz, kolektif bilinci acıttığı için suç olur. Suç eylemin kendisinden değil, toplumun onu öyle tanımlamasından doğar.

Sarayın ve AKP iktidarının yapmaya çalıştığı da bu, ellerindeki bütün araçları kullanarak kendilerine karşı her türlü muhalefeti toplumun, hiç değilse kendi cemaatlerinin, suç olarak tanımlamasını sağlamak. Dün başörtülü bacılara olmayan saldırıdan suç inşa etmeye çalışırken, bugün kaldırımda el çırparak Zaman’a yapılanları protesto eden başörtülü bacıların fiilini suça dönüştürüp cezalandırmak!

Avrupa’nın iş tutma biçimi de buna epey imkân sunuyor. Basın ve ifade özgürlüğü konusunda, bunun ihlalini ağır suç sayarak yeri göğü yerinden oynatanlar, şimdi sığınmacı sorununu bir nebze olsa da kendi sorunları olmaktan çıkaracak Erdoğan’ın yaptıklarını suç saymaya niyetli değiller. Ele güne karşı biraz homurdanmalar da.

Madem kendisine en ufak itirazı suç olarak tanımlayıp etrafı buna ikna etmeye çabalayan bir iktidar ve liderlik var, ona itiraz edenler de aynını yapmalı.

Sarayın ve iktidarın sürekli suç işlediğini anlatmak, yaptıklarının toplum tarafından suç sayılması için çabalamalı. Suçlara ortak olup onu asla meşrulaştırmamalı. O yüzden, sonunda ne çıkacağı belli bir anayasa masasına oturmak da suç, o masadan şimdi zaten yapılanların kurumlaşmasını sağlayacak bir sistem çıkacağı belliyken!

Bugün Dünya Kadınlar Günü ve iktidarın kadınlara karşı işlediği suçların dosyası o kadar kabarık ki… Kabarık da, bizzat suçun iktidar olduğuna toplumu ikna edebilmiş bir muhalefet yok henüz.