Üç boyut teknolojisi belki bugünün yazılım teknikleriyle kıyaslanamaz ama, bir zamanların en iyilerinden olan ve benim de severek...

bugünün yazılım teknikleriyle kıyaslanamaz ama, bir zamanların en iyilerinden olan ve benim de severek oynadığım bir bilgisayar oyunu vardı: “Wolfenstein”. Kendimce sıkı bir anti-militarist olmama ve bilgisayar oyunlarında şiddet olgusundan nefret etmeme rağmen, itiraf ediyorum, bilgisayar başında ortaçağdan kalma ürkütücü şatolarda konumlanmış Nazi askerleri ve SS subaylarıyla çatışmak çok rahatlatıcıydı; iyi bir ‘ertesi güne hazırlanma’ aracı... Bu oyunda Heinrich Himmler’e bağlı özel birlikler, mistik deneylerle şeytani güçlerden yardım alarak yeraltının karanlık derinliklerinde gizlenen iblisleri çağırıp gamalı haç altında dünyayı mahvedecek bir ‘übersoldat’ -süperasker- yaratmaya çalışıyorlardı. Oyunun asıl ilginç yanı, Naziler’in okült yönelimlerle, yani karanlık bilimlerle yakından ilgili oldukları ve ari ırk düşüncesini de işte bu karanlıklardan çıkardıklarına dair senaryosuydu.
Aslında bunlar, akıldışı Nazi zulmünü anlamakta güçlük çeken 20. yüzyıl insanının 1950-‘60’lardan bu yana sürekli dile getirdiği gerçekdışı teoriler... Düşünsenize, dünya sanayi devrimi ve modern akıl aracılığıyla şunun şurası yüzyıl önce hayal bile edilemeyecek kadar ileri bir noktaya gelmiş, fakat toplumlar yüzyıl önce hayal bile edilemeyecek trajediler yaşıyor... Kısa süre sonra toplumsal bilinçdışı bu olayların tam da o araçsal akıl yüzünden yaşandığını kavrayarak kaçmaya çalışacak ama ne yazık ki bu sefer de post-modernizm batağına saplanacak. işte bu ‘iki ara bir dere’ psikolojisinin en iyi yardımcısı mistisizmdir; bir yandan olan bitene metafizik açıklamalarla yaklaşıp bir ‘anlama simülasyonu’ yaratırken, diğer yandan gerçekliğin etrafına kat kat sardığınız siyah tüller sayesinde anlaşılamayanın anlaşılamıyor olmasını meşrulaştırırsınız.
Bugünlerde okuduğum ve sürekli gülmekle kızmak arasında gidip geldiğim “The Nazis and the Occult” adlı bir kitap var. Alman halkının nasıl olup da sürekli saçmalayan komik bıyıklı bir adamı bu kadar yücelterek peşinden ölüme ve öldürmeye gittiği sorusuna yanıt arayan Paul Roland, önce epey ayıplayıcı bir ifadeyle geleneksel tarihçilerin Almanya’da Nazizmin yükselişini sosyo-ekonomik faktörlerle açıklamaya çalıştığını, ama bunların Goethe, Beethoven, Schiller, Bach, Kant, Hegel gibi büyük ustalar yetiştirmiş bir toplumun nasıl olup da kendini gönüllü bir yokoluş sürecine fırlattığını açıklayamadığını söylüyor. Eh, öyleyse açıklamayı başka yerde, yerde bulamadığını gökte -bu örnekte yeraltında- aramak gerek, değil mi? işte bundan sonrası iyice hikâye: Naziler’in dünyayı felâkete sürüklemesinin nedeni, Hitler’in karanlık mistik güçlerle yaptığı bazı anlaşmalardır!
“Karanlık ve fırtınalı bir geceydi.” Gotik öykülerin neredeyse standartlaşmış bu başlangıç cümlesini yazılı edebiyatta ilk kullanan, Viktorya dönemi ingiltere’sinin ünlü roman yazarı ve politikacısı Edward Bulwer-Lytton. Ama Roland’a göre Lytton’ın tarihsel önemi, 1871’de yayımlanan “Vril-Coming Race” adlı fantastik bilimkurgu romanında yeraltında yaşayan ve bir gün dünyaya hükmedecek oldukça büyük boyutlardaki bir ari/asil ırktan söz etmesinde yatar. Roman o kadar etkili olmuştur ki, daha sonra Hitler’i etkileyerek iktidara taşıyacak olan Thule Cemiyeti de işte bu aryan ırkı aramak için kurulmuştur falan... Tamam, edebiyatın gücünü kabul ediyoruz da, bu kadarı sizce de fazla değil mi?!
Bu kitaptaki düşünceler, doğru göstergelerin yanlış okunmasına dair çok iyi bir örnek aslında... Mesela Hitler ve ekibi, özellikle Goebbels’in propaganda çalışmaları sonucu kendilerini kitlelere Alman efsanelerinden arketiplerle özdeşleştirerek sunmuş ve sürekli bu efsane geçmişe vurgu yapacak semboller kullanmışlardı (alperen ve akıncı gibi adlandırmalar da benzer bir anakronizmin ürünüdür). Kolektif bilinçdışının en iyi analisti Carl G. Jung da, Hitler’in sürekli Tötonik semboller kullanarak kendini Cermen ruhunun sembolüne dönüştürdüğünü söyler. Stefan Zweig’ın 1922’de yazdığına göre, korkunç enflasyon patlamasından önce bir ev alabildiğiniz parayla artık o evin kırılan camını bile yaptıramadığınız bir dönemde; yine Zweig’ın tanımıyla “kendilerine ‘düzen’ vadeden her türlü sloganı atmaya hazır” Alman toplumunun paramparça varoluşunu yeniden biçimlendirmek için müthiş fırsatlar sunan bir tarihsel dönemde, ‘gururlu şövalye’ imgesi dururken karanlık güçleri kim ne yapsın?!
Ama işte tarihsellik bir kere yaralanmayagörsün, akıl uydurma tarihe (pseudohistory) anında teslim oluverir. Öyle bir akıldır ki bu, apaçık toplumsal çelişkileri mistisizmle gizleyip kendine uydurma zaferlerle dolu bir tarih yazar; bunları yaparken masum çocukları katile, katilleri kahramana dönüştürdüğünü de farketmez. Ve sonra, tarih boyut yitirirken, kendimizi sonsuz boyutlu bir simülasyonun kanlı koridorlarında dolaşırken buluveririz...