1999 yılının bir sonbaharın son gününde, Pirinçci Köyü’nün hemen önünde, bir gece yarısı, bir kırmızı minibüs içinde dört kişiydiler. Üçü silahlı, biri şoförden oluşan gruba, birdenbire yolda tertibat alan özel harekâtçılar kurşun yağdırdılar. Araçtakilerin davranmaya bile zamanı olmadı, tarayıcılar sustu, cehennemi cayırtı yerini namlulardan yükselen dumanlara ve gecenin sahibi zırğıtların düzenli konçertosuna yerini bıraktı.

Süleyman Ekrem aracın direksiyonundaydı, vücuduna işaret eden kurşunlarla hemen öldü. Kocaman gözleri, kalın fırça gibi bıyıkları, hani 1 Mayıs’ta kaslı kollarıyla zincirlerini koparan işçi afişindeki işçinin kolları var ya, öylece kaslı kolları kan içindeydi. Mazgirt Köprü Karakolu’na girdim, donmuştu, kolları, bacakları kaskatıydı. Tanıdığım, konuştuğum, güldüğüm, kederlendiğim adamı tanımadım.

Süleyman’ı hemen terörist ilan ettiler. OHAL Valisi tokat gibi açıklama yaptı. Sonra Süleyman’ın evinden zorla alındığı, zorla Pirinçci’ye götürüldüğü, aracı tarayan özel harekâtçıların hepsini yargısız infaz ettiği ortaya çıktı. Terörist diye yeri göğü inleten, Süleyman’ı damgalayan kanlı zulmün bir kez daha yalan söylediği ortaya çıktı. Yıllar sonra Süleyman’ın canı için tazminat ödemeyi bile kabul ettiler.

Onlar şaki, haydut, leş, haydut, ölü ele geçirilen, anarşist ismiyle anıldılar. Karakollara, sıkıyönetim bültenlerine, firari tutanaklara yazıldılar. Duvara yazı yazanı, şiir okuyanı, gecekonduda nöbet tutanı, darağacına çekileni, askıya asılanı, elektrikten bayıltılanı, hapishanede volta atanıyla ülke sonunda bir Terörist Cumhuriyeti’ne dönüştü. Son birkaç yılda 8 bin olan terör soruşturması sayısı, tam 68 bine yükseldi.
İnsanların niçin dağa çıktığını, soğuk, kar, fırtına demeden dağlarda yıllarca nasıl yaşadıklarını, kolay olmadığı halde bir dal gibi kurumayı neden göze aldıklarını hiç merak etmediler. On binlerce insanın neden ‘terörist’ olduğunu bir kez bile sormadılar, sordurmadılar. 

Ne tuhaftır ki, evlerinin altına milyar dolar gömenler, cihatçılara 2 bin TIR dolusu silah transfer edenler, IŞİD’e beş yıldızlı hotel açanlar, eğit-donat ile binlerce gulyabaniyi besleyenler, sınırın ötesinden füze atıp savaş çıkarmayı planlayanlar, en yüksek sesle terör edebiyatı yapanlardılar. Terör korkutma, siyasal yıldırıydı, adamları daha bir-iki gün evvel İdlip kırsalında 40 köylüyü birden kestiler. Terör sivilleri vururdu, kestikleri, doğradıkları, çarmıha gerdikleri gencecik çocuklar, Hıristiyan kadınlardılar. Terörün silahı ayırımsız tüm insanları öldüren ve yasaklanan türdendiler, gözakını akıtan kimyasal bombalar, derileri lime lime döken gazlardı, Şam’a gönderilen Sarin’i bile Adana’dan gönderdiler. Teröristi, dünyanın seksen ülkesinden ithal ettiler, siyahı, beyazı, Avrupalısı, Asyalısı, ODTÜ’lüsü, Harvard’lısı, Londra gettolarından geleni, zengini, fakiriyle bir Cihat Ordusu kurdular.

Gözleri kan çanağına dönenler, Şam’da cumaya çıkma rüyası görenler, Müslüman Biraderleri paytaxt’ta oturtma planları yapanlar, tüm hayalleri suya düşeyazarken Serap Eser’i bir belediye otobüsünde yok ettiler, Reyhanlı’ya bomba attılar, 53 kişiyi bir çırpıda katlettiler.

Yüz bir gün boyunca, sabırla, inatla, yayın yasağıyla, muhabbetle IŞİD ile konsolosluk çalışanları için müzakere edenler, adliyeye giren ve amaçlarını Berkin’i vuran polislerin adlarının açıklanması olarak ilan eden iki gence bir gün bile tahammül edemediler. Biri Hukuk öğrencisi, iki genç, bir hukuk adamını yok ettiler.

Terör edebiyatından yine geçilmiyor. En büyük teröristler terörü kınama seferine yine çıktılar. Oysa terör en iyi ithal ve ihraç mallarıdır. Bombaların cayırtısı, silahların tarakası, gazetelerin manşeti, televizyonların yayınları gerçeği karartamaz. Süleyman Ekrem’in öldürüldüğü geceden beri hakikat hiç değişmedi.