Sahne sanatlarından sinemaya, edebiyattan görsel sanatlara tüm sanat alanlarında kadına yönelik şiddet, feminist isyan ve toplumsal cinsiyet temaları üzerinde odaklanan sanatçılar arasında kadınlar başı çekiyor.

Timsah Ateşi
"Timsah Ateşi"nde Funda Eryiğit ve Hazar Ergüçlü.

Şu sıralar İstanbul’da devam etmekte olan ‘2. Uluslararası Kadın Oyun Yazarları Tiyatro Festivali’ sanat dünyasında kadının öncü rolünü bir kez daha gündeme getiriyor. Devlet Tiyatroları’nın düzenlediği festivalde Küba, Bulgaristan, Gürcistan, Yunanistan, Moldova, Tataristan’dan birer oyunun yanı sıra söyleşi ve atölyeler yer alıyor. Programda, Ankara ve İstanbul Devlet Tiyatroları’ndan oyunların yanı sıra Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın da bir oyunu var: Shakespeare’in “Macbeth”inin Özlem Belkıs tarafından yapılmış uyarlaması. DT oyunlarının kadın yazarları arasında, “Çarpışma” ile Müge Oskay, “Lena, Leyla ve Diğerleri” ile Zehra İpşiroğlu, “Sanki Hiçbir Şey Olmamış Gibi” ile Günay Ertekin, “Medea” ile Emre Koyuncuoğlu, “Son Gece Mahallesi” ile Devrim Pınar Gürbüzoğlu’nun yanı sıra “Fare Kapanı” ile Agatha Christie de yer alıyor.

Keşke programa İstanbul, İzmir Şehir Tiyatroları ve bağımsız tiyatrolar da davet edilseydi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları repertuvarında yer alan Suat Derviş’in “Fosforlu Cevriye”, Bilgesu Erenus’un “Yaftalı Tabut”, Nezihe Meriç’in “Çın Sabahta” ve Lucy Kirkwood’un “Sivrisinekler” oyunları, İzmir Şehir Tiyatroları repertuvarından Coline Serrau’nun “Bir Felaket Kutlaması –Tavşan Tavşanoğlu” bu festivale yakışacak oyunlardı hiç kuşkusuz. Özel tiyatrolarımızın sergilediği oyunlar arasında, Şebnem İşigüzel’in “Yaralarım Aşktandır”, Firuze Engin’in “Çirkin”, Duygu Dalyanoğlu’nun “Sevgi Soysal Yaşamakta Israr Ediyor” ilk akla gelenler. Yerli yazarlarımızın kitaplarından yapılmış uyarlamalar da giderek artıyor. Ece Temelkuran’ın “Bütün Kadınların Kafası Karışıktır”, Elif Şafak’ın “Baba ve Piç”, Mine Söğüt’ün “Deli Kadın”, Ayşe Kulin’in “Veda”sı bunlardan yalnızca birkaçı.                       

Kadın bakışı 

Tiyatromuzun en başarılı kadın yazarlarından Bilgesu Erenus, “Yaftalı Tabut”ta ilk kadın oyun yazarımız Fatma Nudiye Yalçı’nın yaşam öyküsünü anlatmıştı. Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde modernleşme sürecinin başlıca taşıyıcısının kadınlar olduğunu biliyoruz. Cumhuriyet döneminde de Cahit Uçuk’tan Nihal Karamağralı (Müzehher Va-Nu)’ya, Nezihe Meriç’ten Ülker Köksal’a, Sevgi Sanlı’dan Nezihe Araz’a, Gülten Akın’dan Sevim Burak’a Adalet Ağaoğlu’ndan Ebru Nihal Celkan’a, Deniz Madanoğlu’na çok sayıda önemli yazar kazandı tiyatromuz. Kardelen Kasaplar’ın “Bir Peri Masalı- Radyum Kızları”, Elif Solak’ın “Zümrüdüanka”sı geçen yılın ‘Kadın Yazarlar Festivali’nde yer alan oyunlardan aklımda kalanlar. Yazarları kadın ve erkek diye ayırmak doğru olmayabilir; nitekim bazı yazarların bu duruma itiraz ettiğini biliyorum. Ama, erkeklerin gözden kaçırdığı bazı duygu ve düşünceleri sahneye taşımakta ‘kadın bakışı’nın farkını kim inkar edebilir?  

Dünya tiyatrosu -ve sineması- açısından da aynı şey geçerli. Moliere’in “Kadınlar Mektebi”ndeki kadına bakışla Mısırlı yazar Neval El Seddavi’nin “Sıfır Noktasındaki Kadın”ın yaklaşımı ayna kaba konulabilir mi? Bronte kardeşlerin, Mary Shelly’in, Virginia Woolf’un, Franca Rame’nin, Greta Gerwig’in bakışı, dünya edebiyatının ‘erkek’ ustaları ile kıyaslanabilir mi? Özellikle sinemada erkek yönetmenlerin kadının sunumuna ilişkin tavrında cinsiyetçi bir bakış açısından kurtulmaları pek kolay değil galiba. Bu yüzden gerek tiyatroda, gerekse sinemada kadın yaratıcıların varlığı çok önemli. Onların yapıtları erkeklerin kendilerine farklı bir gözle bakmaları için bir anahtar niteliğinde. Kimi zaman ‘erkek düşmanlığı’na varan bir radikalizm içerse de, feminist ‘literatür’ün insanlığın ilerlemesinde ufuk açıcı bir işlev taşıdığına inananlardanım. Elbette, feminist bakış açısından uzak duran kadın yazarlar da oldu dünya edebiyatında. Agatha Christie’nin yapıtları pek ala bir erkeğin de elinden çıkabilirdi. “Harry Potter” serisinin yazarı J.K. Rowling’in kadın olduğunu kaç kişi bilir? Feminist olmasalar da, kadına özgü gözlem gücünün ve ayrıntıların varlığını es geçemeyiz onların yapıtlarında. 

Radikal ve grotesk “Timsah Ateşi” 

Sıra geldi, bu yazıyı yazmama neden olan oyuna. Meghan Tyler adlı Britanyalı (İskoç) oyun yazarının “Timsah Ateşi” şu sıralar dünyanın farklı ülkelerinde sahnelenen çarpıcı bir oyun. Radikal bir feminizmi, groteske varan bir kara mizah anlayışıyla kaleme alan Tyler’in yapıtını dilimize Zeynep Anacan kazandırmış. Çolpan İlhan & Sadri Alışık Tiyatrosu ve Piu Entertainment ortak yapımı olan oyunun yönetmeni, dünya tiyatrosunu iyi tanıyan, çevirmen ve yönetmen olarak pek çok yapıta imza atan Mehmet Ergen. Oyunun başrollerini Funda Eryiğit ile Hazar Ergüçlü canlandırıyor.  

Meghan Tyler, oyunculuk kariyerini sürdürürken yazarlığa soyunmuş, bu alanda da başarı kazanmış bir genç kadın. En yeni oyunlarından “Timsah Ateşi”, birkaç temayı barındıran usta işi bir yapıt. 1989 yılında, İngiliz güvenlik güçleri ile İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) arasında çatışmaların zirve yaptığı dönemde, bir evin içinde ve bir gecede geçiyor. Gerçeklikle, fanteziyi, psikolojik dramla kara mizahı buluşturan yapıtta iki kız kardeşin babaları ile ilişkisi ön planda. Arka planda ise, sömürgeci İngiliz yönetiminin baskısı var. İki ilişkide de belirleyici unsur şiddet. Annelerini (sorumlusunu oyunun ilerleyen bölümlerinde öğreneceğimiz) bir yangında kaybetmiş, despot ve dindar bir babanın şiddeti ve taciziyle büyüyen, bunun sonucu olarak psikolojik dengelerini yitiren iki kız kardeşin öyküsü bu. Kardeşlerden biri evde kötürüm babaya bakarak geçirmiş yıllarını; her türlü tacize boyun eğerek… Yangın sonrası suçu üstlenen küçük kardeş ise sekiz yılını hapiste geçirdikten sonra IRA’ya katılmış. Oyun, on bir yıl sonra evine döndüğü gece başlıyor… Sonrasını anlatıp, oyun keyfinizi bozmayayım…   

Oyunun en büyük başarısı, ataerkil kültürün mikro ölçekteki uygulaması olan aile içi şiddet ve yol açtığı travma ile sömürgeci bir devletin/kültürün tahakkümü altında yaşamanın yol açtığı travmayı iç içe anlatması ve bunu yaparken, şiddet unsurunu etkin bir biçimde kullanması. Mehmet Ergen, belki de ülkemizde İrlanda iç savaşının tarihsel arka planının çok iyi bilinmemesinden yola çıkarak, aile kavramı üzerinde yoğunlaşmış. Ama ‘timsah’ın hem buyurgan ‘baba’yı, hem de ‘emperyalist ülke’yi simgelediğinin altını çizmesi, oyunun tüm boyutlarıyla anlaşılmasını kolaylaştırmaz mıydı? Ergen, oyuncularının da katkısıyla grotesk ve kara mizah unsurlarını yeterince vurguluyor. Sahne tasarımından aynı desteği gördüğünü söyleyemem. Ayrıntıları atlamayan bir gerçekçi bir tasarım seyircinin beğenisini kazanır kolaylıkla, ama oyunun yorumuna destek veren (örneğin, Britanya sahnelerindeki gibi pembe duvarlar içeren) ‘sürreal’, grotesk bir anlayış daha doğru olurdu kanımca. 

“Timsah Ateşi”nin iki başrol oyuncusu, tempoyu hiç düşürmeyen, nüanslı ve etkileyici bir yorum sergiliyor. Funda Eryiğit’in başarısı sürpriz değil. Tiyatroda ve sinemada üstlendiği rollerle pek çok ödülün sahibi olan Eryiğit’le birlikte oyunu sürükleyen Hazar Ergüçlü’yü sinemadan tanıyorum. Sahnedeki bu ilk rolünde Funda’nın performansından aşağı kalmıyor; kendine düşen asi genç kadın karakterini büyük bir inandırıcılıkla canlandırırken, oyunun içerdiği grotesk yoruma katkı vermeyi başarıyor. 

Sinemayı ihmal etmeyin 

Hazar’dan söz edince sinemaya değinmemek olmaz. Kasım’ın 23’üne dek İstanbul’da sürecek olan ‘İfade Özgürlüğü’ temalı “13. Uluslararası Suç ve Ceza Filmleri Festivali”nde kadınlar başrolde. Beş kişilik uluslararası jürinin tamamı kadınlardan oluşuyor. Onur ödülleri de iki kadının: Prof. Dr. Ioanna Kuçuradi ile yönetmen-oyuncu Ayşenil Şamlıoğlu. Festivalde yer alan kadın yönetmenlerin filmlerine dikkatinizi çekmek isterim: Yarışmada Sepideh Farsi’nin “Deniz Kızı”, Asimina Proedrou’nun “Saman Altında Su”, ‘Adalet Terazisi’ bölümünde Léa Fehner’in “Ebeler” ve Agnieszka Holland’ın “Yeşil Hudut”… Bir de, sinemalarımızda gösterilen kadın bakışının güçlü bir örneğine dikkatinizi çekmek isterim. Bu yıl Cannes Festivali’nde Altın Palmiye’yi kazanan Fransız yönetmen Justine Triet’nin “Bir Düşüşün Anatomisi”ni sakın ola ihmal etmeyin derim.