Egemenleri sinirlendiren bu gelişmelerin önemli örnekleri arasında 15-16 Haziran işçi direnişi, yüz binlerin 1 Mayıs’ları, milyonların katıldığı yurt çapındaki Gezi uyanışı, daha yakın tarihteki çevre ve kadın hareketleri sayılabilir.

Toplumsal hafızada sınıf mücadelesi

Genel kabul görmüş klişelerdendir. Dilimizde pelesenktir. Sık sık, tezimize uygun düşerse “hafıza-ı beşer nisyan ile maluldür - insanlığın hafızası unutuşla yaralıdır” deriz. Doğru mudur peki? “Evet doğrudur” demek zor, “hayır, ne münasebet, hiç unutmaz” demek de zor. Hafıza-ı beşer ya da toplumsal hafıza-bellek uğradığı büyük travmalarda kesintiye uğrayabiliyor, anlam kaymalarıyla sönükleşebiliyor, değersizleşebiliyor, başat olan olmayanla yer değiştirebiliyor. Peki, toplumsal hafızanın bir ömrü var mıdır? Yıllar eskitebiliyor ya da tarihin içinden fırlayıp günümüze ışınlanabiliyor mu? Toplumsal hafıza dediğimiz şey tek parça, toplumun tümünü kapsayan bir kültürel birikim midir? Bir başka söylenişle toplumsal bellek ideolojik anlamlarla yüklü değil midir? 

Uzatmadan söyleyelim, toplumsal bellek farklı sınıfların, etnisitelerin, coğrafyaların, kümelerin, dinlerin, ideolojilerin aidiyet izini, damgasını taşır. Toplumsal bellek mantığı gereği zamana direnebilir, geleceği etkileyebilir ya da geçmişin elekten geçirilmesine eskiyen ve artık yenilenemeyecek olanların gözden düşmesinin ifadesi olabilir.  

Örnek isterseniz 12 Eylül faşizmi, yoğun, ısrarlı baskısı, işkenceleri, idamları, ağır bir şekilde uyguladığı kültür düşmanlığı ile toplumsal hafızada ciddi kopukluklara yol açtı. Oldukça uzun bir süre 12 Eylül siyaseti kuş uçurtmadı; kültürel alanda korkudan kaynaklanan büyük sessizlik egemen oldu. Bu sessizliği, sessizliğin sahiplerinin düşünsel değişimi ile ideolojik gerilemesiyle, görüşlerini “zamanın ruhuyla” telif etmeleriyle anlatmak çok yanlış olmayacaktır. Toplumsal hafızanın, yakın geçmişte oluşmuş, aslında çok uzun bir tarihi olmayan kültürel birikimi yeniden ve ne yazık ki revize edilmiş haliyle sahiplenmesi zaman aldı. 

Batı kaynaklı postmodern ideolojik hegemonyadan da güç alan, dinin daha eski, pratikte gerçekleşen reformlara kapalı sert çıkışı ile muhafazakâr hafıza, gömüldüğünü sandığımız karanlık dünyadan, yeraltından çıktı. Ulusal devletin radikal önlemlerle piyasadan çekilmeye zorladığı cemaat ve tarikat, nisyan ile malul hafızayı diriltmeyi başardı. İdeolojik politik çatışma gözle görülür hale geldi. Sivas, Çorum, Maraş gibi örneklerde fiziki saldırılara, kırımlara dönüştü. Son 20 yılın gittikçe otoriterleşen yönetimi de toplumsal hafızayı doğrudan etkileyecek “din” ve “eğitim” gibi iki önemli bilinç alanında çalışmayı öne çekiyor; modernitenin kapitalizmle şekillenen kaçınılmaz varlığından kopulamayacağı için yeni bir ideolojik formla hâkimiyet kurma konusunda epeyce mesafe alındığı da ortada.   

Ters yönde esen rüzgârlar 

Tarihin derinliklerinden gelen arkaik hafıza, piyasacı sisteme sırtını dayayan moderniteyle uzlaşmak, var olan başarı kazanmış örneklerden aldığı cesaretle kendini kabul ettirmek istiyor. Uzlaşmanın piyasa açısından koşulu ideolojik hâkimiyete izin verilmesi karşılığında sisteme ayak bağı olmamaktır. Böyle bir uzlaşma, etkisini yaymak, egemenliğini mutlaklaştırmak isteyen, gücünü de büyük ölçüde dinsel hafızanın dogmalarından alan kesimi mutlu edecektir. Piyasanın siyasetini yürütenler ise böyle bir uzlaşmanın zemininde çok çok eskilerden gelen ama hâlâ etkin olan hafızaya hep başvurmuşlardır. Ama öte yandan kendini dinin dogmalarıyla tarif eden toplumsal kesimin hafızasının uzun süre değişmeden ayakta kalabilmesi mümkün değildir. Sistem solun baskısından, kültürel hegemonyasından kurtulmuş olmaktan mutludur; ama başka ve ayak bağı olabilecek bir gerilemeye de boyun eğmek istemez. “AB mi Ortadoğu mu?” sorusu can sıkıcı bir sorudur sistem için. Bu nedenle sistemin hegemonyasına karşı çıkmayan, sağın ideolojik varlığının sınırlarını belirlemek koşuluyla yalnızca 100 yıllık bir birikimi olan toplumsal hafızanın nisyan ile yaralı olması onu üzmeyecektir. Biz ise 100 yıllık hafızayı korumak ve gelecekle buluşturmak istiyoruz. Yoksulluk ve cehaletin çarpan etkisiyle 100 yıllık hafıza güçten düşerken, 1.000 yıllık hafıza nisyan ile malul olmadığını kanıtlamak istercesine cübbesi ve takkesiyle zafer çığlıkları atıyor. Adliye saraylarının önü “yaşasın şeriat” çığlıklarıyla cehaletin ve yoksulluğun beslediği hafızayı çağırıyor. 

Geçtiğimiz yıl bir üniversite rektörü tarafından neredeyse aynı cümlelerle yinelenen ve cehalet övgüsünü resmeden hafızanın çok çok eski bir temsilcisinin Bernard Mandeville’in (1670-1733) sözlerini, konumuza büyük açıklık getiren Avam ve Görenek adlı eserinde E. P. Thompson şöyle aktarır: “En pespaye koşullarda Toplumu mutlu ve halkı rahat ettirebilmek için ahalinin büyük bir kısmı Yoksul olduğu kadar Cahil de olmalıdır” (Birikim Yayınları, s.15). Eğitimdeki gerileme, artan yoksulluk 1.000 yıllık hafızayı günümüze işte böyle ışınlıyor.  

Yine de toplumsal hafızadaki kesintiler, unutuşlar mutlak değildir. İyisiyle kötüsüyle derinlerde süreklilik ağır basıyor. Baskılar, zorbalık uygun koşullarda etkisini yitirebiliyor, kazanılmış olumlu bilinç tekrar kendini gösterebiliyor ya da tersi, toplumsal hayattaki gelişmeye, ilerlemeye düşman akımlar yükselebiliyor. Gelişme ilerleme için toplumsal hafızadaki olumsuz kolektif hafızayla mücadele edebilmek, “ölülerini gömmeyi” başarmak, tutucu pürüzlerden kurtularak toplumsal hafızayı canlı tutmak uzun yorucu, çok boyutlu bir süreçtir. 

Sürekliliğin güvencesi  

Şimdiki duruma bakalım. Cumhuriyetin kuruluşu öncesinden başlamak üzere yıllar boyunca şekillenen toplumsal hafıza, yukarıda söylendiği gibi kısa kesintilere karşın sürekliliğini şimdilik koruyor. Korumakla kalmıyor ilerleme düşüncesinin, aydınlanmanın üst aşamalara yükselen etkisini de hafızaya katarak gelişiyor. Bizi özellikle ilgilendiren kısmı tam da burasıdır; baskı dönemlerinde bilinçlerden silinmesi için çok çaba gösterilen ilerici toplumsal hareketler varlıklarını ısrarla koruyor, uygun koşullarda etkin bir şekilde ortaya çıkıyorlar. 

Egemen sınıfları sinirlendiren bu gelişmelerin, daha eskilere de gidilebilir ama, önemli örnekleri arasında15-16 Haziran işçi direnişi, yüz binlerin 1 Mayıs’ları, milyonların katıldığı yurt çapındaki Gezi uyanışı, daha yakın tarihteki büyük Adalet yürüyüşü, direnmeyi sürdüren çevre ve kadın hareketleri sayılabilir. Toplumsal hafızadan güç alan toplumsal hareketlenme olmasaydı, kolektif bilincin İslamcı otoriter yönetime boyun eğmeyi doğallaştıran, bizim toplumumuzun hafızasında etkisi hâlâ süren “tevekkül-katlanma, boyun eğme” alışkanlığı nedeniyle yer değiştirmesi gibi bir tehlikeyle karşılaşacaktık. 

*** 

Şimdi benim uslanmaz iyimserliğimi çağırma zamanı. Henüz genç sayılsa, zedelenmiş de olsa toplumsal hafızanın olumlu çizgisi varlığını sürdürebiliyor; korkunun etkisizleştirilmesi süreklilik kazanmış, genel hatlarıyla farklı anlamlar yüklense de “cumhuriyet ve demokrasi değerlerinde” bir fikrî birlik olasılığı ortaya çıkmış görünüyor. Ama söylendiği gibi bir bütün olarak toplumsal hafıza çok renklidir, bu renkler arasında derinlerde varlığını sürdüren, zaman zaman tüm renkleri kirleten siyahın, karanın, karanlığın atağa geçtiği, toplumsal hafızadaki varlığını tarikat, cemaat aracılığı ile güçlendirdiği unutulmamalıdır. 

Toplumsal hafızadaki, kolektif bilinçteki olumlu sürekliliğin korunması, başat olabilmesi, ona güvenmekle değil, onun için savaşmakta gerçekleşebilir. Yoksa bu bilinç bizim için nostaljik bir anıya, hüzünle yâd ettiğimiz bir Asmalı Mescit hatırasına dönüşebilir…