Sonbaharın habercisi Ayvalık Uluslararası Film Festivali’nde son filmini izlediğimiz Ken Loach’un dünyanın dört bir yanında yükselen ırkçılığa karşı dayanışma çağrısına duyarsız kalmak mümkün mü?

Umudunu kaybetme

İngiltere’nin kuzey batısında eski bir madenci köyü… Maden kaynakları tükenip, kapandıktan sonra köyün sakinlerinin büyük kısmı büyük kentlere göç etmiş; geride bir avuç köylüyü bırakarak. Büyük kısmı işsiz ve çaresiz olan köyün erkeklerinin tek eğlencesi ayakta kalan tek pub/bar olan ‘The Old Oak’ (Koca Meşe)’de biralarını yudumlamaktır. Bir gün köye bir otobüs gelir. İçinden çoluk çocuk Suriyeli göçmen aileler çıkar. Büyük Britanya hükümeti, Suriyeli sığınmacılardan bir bölümünü terk edilmiş pek çok ev bulunan bu köye yerleştirme kararı almıştır. Ama bu karar yerelde pek sıcak karşılanmaz. 

Film, otobüsün içinden çekilmiş fotoğraflara eşlik eden seslerle başlıyor. Köyün delikanlıları önce sözlü tacize başlarlar, ardından fotoğrafları çeken genç kadını tartaklayarak fotoğraf makinesini kırarlar.

Bu sırada, genç kadına yardım etmeye çalışan tek bir adam vardır; ‘The Old Oak’un sahibi TJ. Suriyeli aileler köye yerleşedursun, ‘Yara’ adlı genç kadınla, onun kırık fotoğraf makinesini tamir ettiren TJ arasında bir dostluk kurulur. Ama barın müdavimleri bu dostluğa tepki gösterir. Suriyeli çocuklara sendikalar ve kilise tarafından yapılan yardımları hazmedemezler, bizim çocuklarımıza neden aynı yardımlar yapılmıyor diye söylenirler. “Köyümüzü Suriyelilerle paylaşmak istemiyoruz” diye bağırıp çağıran faşist eğilimli köy delikanlıları, insanlara olduğu kadar hayvanlara da sevgiyle yaklaşan TJ’nin köpeğini vahşi köpeklerine öldürtürler. 

Mücadele, dayanışma, direniş 

Giderek TJ’yi daha iyi tanımaya başlarız. Babasını bir maden kazasında kaybetmiştir. Karısı onu terk etmiş, oğlu da arayıp sormamaktadır. Onu intihardan döndüren -madencilerin sözlüğünde dost anlamına gelen- ‘Marra’ adlı sevimli köpeğinin ölümü, bardağı taşıran son damla olur. TJ, babasının ölümünden beri kapalı duran barın arkasındaki salonu yeniden düzenleyip, haftanın iki günü Suriyelilerin bu nefret kampanyasına katılmayan köylülerle birlikte yemek yemesinin gerilimi azaltacağına, köyün çocuklarıyla Suriyeli çocukların kaynaşmasını sağlayacağına inanmaktadır. TJ’nin bu çabasına sendikacı aileleri ve bazı köylü kadınlar destek olur. İşler imece ile kotarılır, herkes bir yemek pişirip masaya koyar. Madenci eşleri, bir flama getirip asarlar duvara: bir meşe figürünün çevresinde ‘Mücadele, Dayanışma, Direniş’ sözcükleri yazılı olan…  

“Acının karşısında kelimeler kifayetsiz kalır, yalnızca yemekle dindirebiliriz acıyı” diyerek, köpeğinin ölümünden sonra ona bir tabak yemek getiren ‘Yara’nın annesinden ilham alarak bu girişimi başlatan TJ’nin ve ona destek olan Yara’nın mutlulukları uzun sürmez. Dayanışma duygusunun giderek yükseldiğini gören ‘ırkçı’ köylülerin sabotajı, çabalarının sonuçsuz kalmasına neden olur… Ama mücadele bitmeyecektir… 

Günümüz sinema dünyasında sayıları iyice azalan, görüşleri ‘modası geçmiş’ damgası yiyen az sayıdaki Marksist (Troçkist diye tanımlayanlar da olacaktır) yönetmenden biri olan Ken Loach, her zamanki inançlı ve tutarlı anlatımıyla, günümüzün en önemli sorunlarından birine parmak basıyor. Birçok filminde birlikte çalıştığı Paul Laverty’nin işbirliğiyle. Laverty’nin, Suriyeli göçmenlerin gerçek hikâyelerinden kaynaklanan usta işi senaryosu işçi sınıfının ruh halini yansıtmakta çok başarılı. İşçi sınıfını idealize etmiyor Loach - Laverty ikilisi. Tam tersine, zaaflarına da işaret ediyor. “İşçiler sahip oldukları gücün farkına varsalar ve bu gücü kullanacak bilince sahip olsalardı dünyayı değiştirebilirlerdi”… 

Umut müstehcen bir sözcük mü?  

Ken Loach, taraf tutmanın gerekliliğine inanan, seyircisine bilinç aşılamaya çalışan bir yönetmen olmasına karşın, kahramanlarını iyiler ve kötüler olarak ikiye ayırmaz. İnsanoğlunu zaaflarıyla yansıtırken, sistemin bu zaaflardan nasıl yararlandığını anlatır. İşçi sınıfı içindeki “nefret, yalan ve yozlaşma”dan söz eder; sisteme boyun eğerek, kendi sınıfına ihanet edenlerin yanlışını gösterir. Bu filmde de “önce kendi insanlarının koşullarının iyileştirilmesini” isteyen köylüler (eski madenciler) ayrımcılıkla başlayıp, ırkçılığa uzanan bir ideolojiye tutsak oluyor. Bir emekli madenci, kendi sınıf arkadaşına ihanet edebiliyor. Sisteme itiraz etmek yerine, kendinden güçsüz olanı ezmeye meylediyor.   

Senaryonun tek sorunlu yanı ise, ülkelerindeki iç savaştan kaçıp İngiltere’ye (resmi adıyla Birleşik Krallık’a) sığınan Suriyelilerin tümünün sütten çıkmış ak kaşık gibi gösterilmesi. Filmin sorunu bu değil elbette, ırkçılığın ezilen sınıflar arasında yükselmesi; ama gene de ‘idealizasyon’un ölçüsünü biraz kaçırmış bu kez Loach usta diyebiliriz. Filmin kahramanlarından birinin şöyle bir sözünü not almışım (kimin ağzından anımsamıyorum): “Bir arkadaşıma göre ‘umut’ müstehcen bir şey”… Günümüzde, pek çok kişinin umut etmekten vazgeçtiğini düşünürseniz, sanki bizim için söylenmiş bir sözcük gibi durmuyor mu?  

Oscar’da yarışacak yönetmenler 

Bu yıl Cannes’ın ikinci yarısını izleyemediğim için merakla beklediğim iki film var; sevdiğim iki ustanın filmleri: Aki Kaurismaki’nin bir başyapıt olduğunda hemen herkesin hemfikir olduğu son filmi “Sararmış Yapraklar” (Fallen Leaves) ve Nanni Moretti’nin “Güzel Günler” (A Brighter Tomorrow). İkincisi için pek parlak şeyler duymadım, ama belli olmaz, Marksist sinemacılara sinema yazarlarının (yalnızca bizdekilerin değil) çoğunluğunun epey mesafeli yaklaştığını göz önüne alarak filmi kendi gözlerimle görmek istiyorum. Moretti, kişisel yaşamında İtalyan Komünist Partisi ile ilişkilerine ve Parti tarihine ilişkin saptamalarını “Palombella Rossa”da da yer vermişti, ama bu kez daha net eleştirilerini izleyeceğiz sanırım.              

Merakla beklediğim üçüncü film, Alman vatandaşı Türk yönetmen İlker Çıtak’ın “Öğretmenler Odası” adlı yapıtı. Berlin’de büyük ilgi gören film, geçenlerde Almanya’nın (tabii ki devletin değil, sinemacıların tercihiyle) Oscar’da ‘En İyi Uluslararası Film’ kategorisine aday gösterildi. Bu kategoride Nuri Bilge Ceylan’ın “Kuru Otlar Üstüne” ve Aki Kaurismaki’nin “Sararmış Yapraklar” filmleriyle yarışacak. “Öğretmenler Odası” ilk listesi yayınlanan ve bu ay kısa listesi açıklanacak olan Avrupa Film Akademisi’nin adayları arasında da yer alıyor. 

Ayvalık Uluslararası Film Festivali, Azize Tan’ın direktörlüğündeki ikinci yılında gerek yerli, gerekse yabancı sinemadan nitelikli bir seçki ile karşımıza geldi. İzleyeceğimiz filmler arasında, Avrupa Film Akademisi ödüllerine aday gösterilen başka filmler de var: Hırvat yönetmen Juraj Lerotic’in “Güvenli Bir Yer” (Safe Place), Christian Petzold’un “Kızıl Gökyüzü” (Afire), Molly Manning Walker’ın “Nasıl Sex Yapacağız?” (How to Have Sex). Tabii, Kaurismaki ve Ken Loach da adaylar arasında.  

Sinemamızdan 2023 yapımı iki uzun metraj var izleyeceğimiz: Fikret Reyhan’ın “Cam Perde”si ve Umut Subaşı’nın ilk filmi “Sanki Her Şey Biraz Felaket”. 2022 yapımı üç film de Ayvalık seyircisiyle buluşuyor: İstanbul’da ve İzmir’de En İyi Film seçilen Ayşe Polat’ın “Kör Noktada”sı, Antalya, Ankara ve İzmir’de ödüllendirilen Özcan Alper’in “Karanlık Gece”si ve Antalya ile San Francisco’da ödüllendirilen Selcen Ergun’un “Kar Ve Ayı”sı. Bu beş filmin yanı sıra belgesel sinemamızın son yılından Derviş Zaim’in “Tavuri”, Somnur Vardar’ın “Boşlukta”, Fırat Özeler’in “Kavur”, Fırat Yücel’in “8 Mart 2020: Bir Günce”, Deniz Yüksel Abalıoğlu’nun”Maffy’s Jazz”, Gülsel Özkan’ın “Sıla Hasreti” gibi önemli yapımlarını da kaçırmayacaktır Ayvalık seyircisi. İzlememiş olduğum başka belgeseller de var. Kısa film programı ve sinema söyleşileri açısından da doyurucu bir program içeren festivale destek veren kuruluşlara teşekkür etmek isterim. Ayvalık Belediyesi’nden Mey-Diageo’ya, Ay Yapım’dan MUBI’ye çok sayıda sponsoru var Seyir Derneği’nin. Onlar olmasa bu güzel festivali yaşatmak çok zor olurdu… Haftaya Adana Altın Koza’da olacağım, ama Ayvalık’ta izleyeceğim filmleri de okurlarla paylaşmayı ihmal etmem herhalde.