Sisi dağıtmak, insanları günlük yaşamın, politik mücadelenin evrensel etik değerlerini; insan haklarının sınıfsal karakterini anımsamaya, onlara sahip çıkmaya çağırmak zorundayız.

Unutmayalım diye işte yeniden yazıyorum

Yaşadığımız andan, günden, aydan, yıldan geriye doğru bakıyor, ne olup bittiğini, yani tarihi anlamaya çalışıyoruz. Bulabildiğimiz kadar papirüs, tablet, çivi yazısı, belge, anı, küpür, elyazması, daha pek çok malzemeyi; eski eseri, höyükleri, dolomiti, mezarları, toprakta kat kat eski kentleri, kasabaları; camileri, havraları, kiliseleri, ikonaları, tabloları, minyatürleri, ezgileri, şarkıları, türküleri, senfonileri, operaları, Bach’ı, Mozart’ı; halifeleri, papaları, engizisyonu, hanları, padişahları, kralları, kraliçeleri, çarları, duçeleri, führerleri, şeyhleri, şıhları; hepsinin öfkesini, hırsını, haçlı seferlerini, keşifleri, kanlı fetihleri, tüm canlıların, cansızların öykülerini, tüm bir kültürü okur ve derler ki; “işte tarih budur.” 

Değildir! 

Tarihçi, “tamam bütün bunlar oldu ama asıl soru açıkta kaldı” diye bakar. Ve o kaçınılmaz soruyu sorar: “Neden?” Tarih, aristokratların, feodallerin, tacirlerin, kentsoyluların mülk ve iktidar sahipleri olarak boy gösterdiği, köylülerin, proleterlerin muti ve isyankâr, zelil ve sefil ve kahraman olduğu her aşamada, sorunun farklı versiyonlarını hiç bıkmadan yineler. Kuşkusuz yanıtlar genellikle yeteri kadar tatmin edici olmaz. O nedenle tarihin “neden” sorusuna aklı başında yanıtlar verilmesini sağlayacak bir kurama gereksinimi vardır. Bu kuram, insan eylemini tarihin inşasında merkeze koyar; insanları konfora alıştıran determinist anlayışa ise kapalıdır. 

*** 

Zamanımızı, yani bugün olup bitenleri doğru bir şekilde anlamak, ona göre tutum takınmak, strateji kurmak kolay değil. Tarihin, artık toplumsal bir varlık olarak, üretim süreci içinde, sınıflar halinde ortaya çıkmış olan kadın ve erkeklerin lehine gelişmesi, şekillenmesi için gerekeni keşfetmek bize düşer.  

Tehlike tam da burada karşımıza çıkar. Tehlike, yalnızca kendimizi dinleyerek, yalnızca bize benzeyenlerin anlattıklarıyla mutlu, pembe bir rüyanın gerçekleşmesini beklemektir. Hep bizim iflah olmaz iyimser haberlerle örülmüş gazetelerimiz, heyecanlı yerel mafya dizileriyle şiddet övgüsü yapan televizyon kanallarımız, dedikodularımız, sosyal medyada bize benzeyenlerin yazdığı, bizi mutlu eden “kuş sesleri” gerçeği görmemizi engeller.  

*** 

Biliyoruz; “insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar...” Ama bu kadarla yetinmeyelim, bizi hep uyaran büyük ustanın sözlerinin devamına da kulak verelim; “...ama kendi keyiflerine göre değil; kendi seçtikleri koşullar içinde değil, doğrudan karşı karşıya kaldıkları, belirlenmiş ve geçmişten gelen koşullar içinde yaparlar.”  

Kısası uzunu koşullar böyle; değişime inatla, her türden hile hurdayla direnenler de koşullara dahildir. Ne yapalım? Tarihimizi değiştirmek için koşulları zorlamaktan, güçlerimizi birleştirmenin yollarını aramaktan başka bir çare var mı? Başka çare yoksa susup oturalım mı? Çareyi çaresizlik diye mi okuyalım? Nereden gelip nereye gittiğimizi gözden geçirmeyelim mi? Tarihe tanık olmanın değil tarih yapıcıları arasına katılmanın yolu yüzsüzlerle hesaplaşmaktan geçmiyor mu? Hesaplaşma büyük sözdür, bireyin yapacağı iş değildir aslında. O türden hesaplaşma olsa olsa içinizde olur. Kendinizle olur. Ama bunca zamandır hep bir şeyler söylemiş kişi susarsa rahat edemez. Yaşlandım artık içine dön, bak başkaları yazıyor, hem de iyi yazıyor diye geçse de içimden, o eski şiiri sessizce de olsa söylemekten kendim alamıyorum, işte tam da bu nedenle yazması eylemesi gerekenlere katılıyor, Anayasayı yok sayanlarla kapışmak için “Can’ı serbest bırakın” diye haykırabilmek için yeniden yazıyorum. 

*** 

“Nasılsınız?” diye sorduklarında “pek iyi değil” den, “fena”ya, gittikçe kararan “halet-i ruhiye”mizi yansıtan, içinde hiç umut taşımayan cümlelerle anlatıyoruz halimizi. Her yeri zehirleyenler, yalan üzerine kurulu havayı iyice karartanlar, kirletenler yüzümüze hâlâ bakabiliyorlar. Hâlâ demokratik cumhuriyetin nasıl kurulabileceğini ama hâlâ kendi aramızda, sonuçsuz bir kakafoni içinde, cehenneme giden iyi niyet taşlarına aldırmadan tartışıyoruz. Bulduğumuz yanıt, savaşı kanlı, kahramanları yenik bir Yunan tragedyasına benziyor: O nedenle eski ama eskimemiş bir rüyayı yeniden yazıyorum... Yeniden yazıyorum çünkü tragedyada mutlu son yoktur.  

Oysa bize mutlu bir son lazım. 

*** 

En iyimser olanımız bile egemenlerin siyasetinin iktidarda kalmayı bir şekilde “başaracağına”, her koşulda “kazanacağına” inanıyor. İktidarda kalmanın yöntemleri üzerine yapılan hazırlıkları aktaranların ortak yargısı, yozlaşmanın yalnızca elinde güç biriktirenlerde değil, toplumun tamamında egemen olduğu yönündedir, hâlâ kendilerini yitirmemiş dostlarımız, gerçekte ahlaki bir sorun olan boş vermişliğin, insanları aktif olmaktan çıkardığını, pasif izleyicilere dönüştürdüğünü anlatıyorlar.  

Sisi dağıtmak, insanları günlük yaşamın, politik mücadelenin evrensel etik değerlerini; insan haklarının sınıfsal karakterini anımsamaya, onlara sahip çıkmaya çağırmak zorundayız. Peki bunu nasıl yapacağız? Aslında “doğru olanı” biliyoruz; Yıllardır peşinde koştuğumuz, enine boyuna öğrenmeye, öğretmeye çabaladığımız “doğruda” bir değişiklik yoktur. Ama yollarda büyük değişiklikler, aşılması güç engeller, modern tuzaklar var. O yolda yürüyebilmemiz, stratejinin esnekliğine inanmamıza, örneklerini şaşkınlıkla, gıptayla izlediğimiz kahramanlık ahlakını yeniden kutsamamıza bağlı. 

*** 

Kutsayalım diye, işte yeniden yazıyorum. Bu havayı değiştirecek, toplumsal nefes alma mekanizmalarını çalıştıracak, zehirli havayı tahliye etmenin bir yolunu bulacaksak, ilk işimiz, evrensel etik kurallarının dejenere edilmesine militanca ve entelektüel düzeyde karşı çıkmak olmalı. Ama geç kalmadık mı biraz! Ne yazık ki, amaçlarına büyük ölçüde ulaştılar; medya hemen hemen sıfırlandı, bir zamanlar tartışmaya açık olan üniversiteler susturuldu. İflah olmaz liberal, akıl almaz övgülerle Said-i Nursi’den kahraman çıkartılabileceğini savunurken, “Vahdettin gitmeyip de ne yapacaktı, koskoca padişah yoksulluk içinde öldü, İttihat Terakki’nin kaçaklarına neden laf etmiyorsunuz” kurgusuyla bizi içinden çıkılmaz sandığı bir paradoksa mahkûm edebileceğini sanıyor. Kurtuluştan kuruluşa evrilen cumhuriyete isyan eden şeriatçı Sait molladan Kürt kahraman yaratmaya çabalıyor; bunu yaparken hakları için çabalayan Kürt halkına, geçmişi bugüne denk düşmeyen eksik ve yanlış bir kurguyla anlatırken bugünü ve geleceği torpilleyen anlayışın değirmenine su taşıyarak kötülük yaptığını fark edemiyor. Dünle bugünü kıyaslarken bugün yükselen gericiliği, modernitenin tarihten fırlamış hasmı çağdışı tarikatçılığı eleştiri oklarından korumak için ne yapacağını bilemiyor.  

Unutmayalım bunları diye, işte yeniden yazıyorum... 

*** 

Bu kadar ağlamak, bu kadar sızlanmak yeter! Yapılacak iş bellidir, bakmaktan çok görmeye yoğunlaşacak, görülmeye çağıranı görecek, “kör olma da gör beni” diyeni duyacağız. Dönülecek ilk köşe umutsuzluk köşesidir. Mücadele etmenin ilk koşulunun, yenilmeye değil yenmeye yoğunlaşmak olduğunu hatırlamaktır. Yapılacak ilk iş bu umutsuz, yalnızca şikâyet eden yazıyı kaldırıp atmak, yeniden yazmak, bir şekilde birlikte davranabilmenin yolunu bulmaktır. 

Arayalım diye, bulalım diye, işte yeniden yazıyorum... “Tarihi insanlar yapar ama…” diye başlayan o ünlü satırların peşinden işte tam da bu nedenle gidiyoruz. Öznenin “insanlar”, yüklemin “yaparlar” olduğunu unutmadan, tamam yaşlandım artık diye bahaneler uydurmadan, unutmak istemediğim için, unutulmasın diye, siz de unutmayın diye, işte yeniden yazıyorum.