Kendilerine ait en değersiz olguların bile bilinmesi gereken önemde olduğuna inanıp da, bu inançlarını ayaküstü soruya dönüştüren, karşısındakini durduk yerde âdeta sınava çeken kimi tipler vardır ya, Babıâli’nin –herhalde– bu tür insanlardan olan büyük yayıncılarından biri, kitaplarını da bastığı ünlü bir romancımıza sorar: “Üstad! Hangi gözümün takma olduğunu anlayabilir misiniz?” Romancı, hiç sektirmeden yanıt verir: “Sağ gözün!” Yayıncı herhalde hiç belli olmadığını sandığı takma gözünün bir bakışta anlaşılmasından duyduğu şaşkınlıkla yeniden “Nasıl anladınız üstad?” diye sorduğunda üstadın verdiği yanıt müthiştir: “Diğerinden daha insani bakıyor da o yüzden!”

Yazarın ilk bakışta “kalp kırıcı” görülebilecek bu hazırcevaplığı, yayıncının o güne kadarki tavırlarından kaynaklanmış olamaz mı? O yayıncı, kim bilir –diyelim ki– bu yazarın eserleri üzerinden nasıl bir sömürüyle para kazanıp palazlanmıştır. Öylesine kâr hırsı bürümüştür ki gözünü, tüm insanları bu hırsıyla değerlendirmiş, giderek “insani” olan tek parçası işte o, ilk bakışta fark edilemeyeceğini sandığı takma gözü olmuştur.

Kendi gerçeğini unutanlara, unuttukları gerçekler, bu örnekte olduğu gibi işte böyle anımsatılır. Kelimelerin gücünden korkmak, sözcükleri “yaralayıcı” bir silah olarak kullanabilenlerin karşısına bir densizlik yaparak çıkmamak gerek; fena vuruyorlar çünkü. Öylesine fena vuruyorlar ki, vurdukları yerde gizlenmesini en çok istediğiniz yanlarınız ortaya çıkıyor.

Napolyon bir yemek sırasında soylulardan birinin, “Majesteleri, siz en çok ne peşinde koşarsınız?” sorusuna “Para peşinde!” yanıtını verir. Koca imparatordan, belli ki, daha onurlu bir yanıt bekleyen soylunun pek şaşırdığını gören Napolyon sorar bu kez: “Peki siz ne peşinde koşuyorsunuz Mösyö?” O, Napolyon kadar ucuz olmak ister mi? İçinde İmparator’a –sözümona– ince bir mesaj da saklı olan yanıtı, “Ben şeref peşinde koşarım Majeste,” olunca, Napolyon’un ağzından, şerefi sadece dilinde tutan bir kendini beğenmişi perişan eden şu cümleler çıkar: “Çok doğal Mösyö, insan kendisinde olmayan şeylerin peşinde koşar.”

Bunlar elbette demagojik ustalıklardır, hak eden kişilere de ağızlarının payını vermeye yararlar. Muhatabını o an ne durumda bıraktığını hesaba katmayan densizlere bu tür yanıtlar vererek durumu lehlerine çeviren nice usta var gerçekten. Adını şimdi anımsayamadığım ünlü bir köşe yazarımıza okuyucularından biri edepsizce bir mektup yazar. Mektupta yazarı en zayıf yanından vurmak için, “Bayım ben, sizin yazılarınızın yer aldığı gazeteyi tuvalet kâğıdı olarak kullanmaktayım,” diye bir cümle de sarf eder. Böylesi bir çirkefliğe verilecek en iyi yanıtı işte o zaman verir yazar: “İyi! Böyle yapmaya devam edin. Kafanızdan daha bilgili bir kıçınız olur hiç değilse.”

Ustaları usta kılmada ilham kaynağının hep karşı taraftakiler olduğu bu örneklerden anlaşılmıyor mu? Çünkü bunlar, kaşınırlar. Hem de durup dururken. Sözün sihirbazlarının karşısına hangi cüretle çıkarlar o ayrı bir sorun, ama aptalların da –tabii ki aptallıklarından kaynaklanan- bir cesaretleri oluyor, gariptir. Falih Rıfkı Atay, kötü şöhretli birinden söz ederken, “Tesadüfen bile namuslu olamamıştır,” der. Bakın etrafınıza, ayağınız bir yere takılsa, yokuş aşağı kontrolsüz bir biçimde yuvarlansanız, gidip çarpmak için, tesadüfen bile doğru dürüst bir adam bulamazsınız.

Ne yapılacak peki? Sözcüklerin gücüne güvenmekten başka çaresi var mı kişinin? Kimin gözünün daha insani olduğunu anlamak için romancı, kimin gerçekten neyin peşinde koştuğunu kavramak için İmparator, kimin hangi organının bilgili olması gerektiğini bilmek için de ünlü bir köşe yazarı olmak gerekmiyor elbette. Kişinin kafasına, ilkeli oluşuna güvenmesi yeterli. Kafanızdan eminseniz, yokuş aşağı kontrolsüz yuvarlanma tehlikeniz de yok demektir zaten.

Yandaş basında birbirlerine laf sokuşturanların çapsızlığını görünce, bu eski yazımı yeniden yazmak geldi aklıma. Yani hata bende değil “ilham ettiren”de. Bunları anlatırken bu taraflarını da yazacağız uzun uzun.