Ya dışındasındır çemberin…

1 Eylül 1939’da Nazi ordularının Polonya topraklarını işgali, İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıcı olarak kabul edilir. 1945 yılında sonuçlanan savaşın ardından Sovyetler Birliği’nin önerisiyle bu gün ‘Dünya Barış Günü’ olarak kutlanmaya başlanmıştı. Ne var ki, 2001 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun aldığı kararla Dünya Barış Günü’nün tarihi 21 Eylül olarak değiştirilmişti. Her halde, Barış sözcüğünün sosyalizmle birlikte anılmasını önlemek için olsa gerek… Bugün 1 Eylül’ün resmi olmasa da sivil girişimlerin öncülüğünde Dünya Barış Günü olarak kutlandığı az sayıdaki ülkeden biri Türkiye. Elbette, bu günü kutlamak, 21 Eylül’ü de Barış Günü olarak kutlamaya engel değil. Keşke, her gün barışı konuşsak…         

Barış idealini yaygınlaştırmak, dünyanın neresinde olursa olsun sanatçının idealidir. Tabi, emrine girdikleri, nemalandıkları otoriter rejimlere yaranmak adına etliye sütlüye karışmayanlardan, gemi batarken geminin duvarlarına çiçek resimleri çizenlerden ve iktidarın propaganda makinesine hizmet ederek şan, şöhret, para kazanma peşinde olanlar hariç… Muktedirler, kendilerine hizmet edenleri nişanlarla, makamlarla taltif ederken, barışı savunanları cezalandırmaktan geri durmamış; yazarları, sanatçıları hapsetmekten işsiz bırakmaya dek türlü çeşitli cezalara çarptırmıştır tarih boyunca. Bugün de aynı şiddeti yaşamıyor muyuz? 

Batan gemiden söz ederken, az bilinen bir film geldi aklıma. Goebbels’in himayesindeki Nazi Sinema Dairesi’nin desteklediği çok sayıda yapımdan biri olan 1943 yapımı “Titanic”ti. Herbert Selpin ve Werner Klingler’in yönettiği film, Titanik’in batmasından geminin gözünü para hırsı bürümüş sahiplerini sorumlu tutarak kapitalizm eleştirisi yapmayı hedefliyordu. Nazilerin baş destekçisi Alman kapitalistleri değilmişçesine… Tabi ki, gemiye kahraman bir Nazi subayı yerleştirmeyi ihmal etmemişti rejimin sinemacıları… Hitler’in mimarı Albert Speer ve “Olympia”, “İradenin Zaferi” gibi propaganda filmlerinin yönetmeni Leni Riefenstahl gibi yeteneklerini insanlık dışı bir rejimin emrine sunan sanatçılar tarihin utanç sayfalarında yerlerini alarak yanılgılarının bedelini ödediler.     

Barışı savunan sanatçılar   

Aynı yıllarda, Avrupa’da ve Amerika’da barışı savunan filmler yapılıyordu. Lewis Milestone’un Erich Maria Remarque uyarlaması “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” (1930), Jean Renoir’ın “Büyük Aldanış” (1937), Charlie Chaplin’in “Büyük Diktatör”(1940), daha Naziler iktidara gelemeden Almanya’yı terk eden Ernst Lubitsch’in “To Be or Not To Be” (1942) filmleri Avrupa’da yükselen faşizme tepki veren sanatçıların imzasını taşıyordu. Michael Curtiz “Casablanca” (1942) filminde Nazi rejiminden kaçan çok sayıda oyuncuya (Paul Henreid, Conrad Veidt, Lorre, S.Z. Sakall, Leonid Kinskey, Marcel Dalio, Ludwig Stossel, Wolfgang Zilzer) rol vermişti. 

Nazi Almanyası’nda kalan sanatçılarsa ya boyun eğecekler (Istvan Szabo’nun “Mefisto”sunda anlattığı gibi şeytanla uzlaşmayı seçecekler), ya da suskunluğa mahkûm olacaklardı. Naziler, yalnızca boyun eğmeyen Almanları değil, kendi ideolojilerine göre sakıncalı saydıkları pek çok yabancı yazarı da Komünist ya da Yahudi oldukları gerekçesiyle kara listeye almıştı. Nazilerin meydanlarda yapıtlarını yaktığı dünya edebiyatının büyük ustaları arasında Franz Kafka (Dava, Dönüşüm), Erich Maria Remarque (Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok), Joseph Conrad (Karanlığın Yüreği), Alfred Döblin (Berlin Alexanderplatz), Aldous Huxley (Cesur Yeni Dünya), Ernest Hewingway (Silahlara Veda), Jack London (Demir Ökçe, Vahşetin Çağrısı), James Joyce (Ulyses), Thomas Mann (Venedik’te Ölüm, Doktor Faustus, Büyülü Dağ), Maksim Gorki (Ana, Çocukluğum- Ekmeğimi Kazanırken - Benim Üniversitelerim), tiyatronun devrimci ustası Bertolt Brecht ve Marx, Engels, Freud gibi bilim insanları vardı. Sözünü ettiğim kitapların hepsi de beyazperdeye uyarlandı. İzlemedikleriniz varsa bulup izlemenizi öneririm… Yalnızca edebiyatçılar değildi Nazilerin hedefindeki sanatçılar. Toplatılan, kimi satılan, kimi yakılan eserler arasında George Grosz, Kokoshka, Kandinsky, Max Beckmann, Paul Klee, Chagall, Matisse gibi usta ressamların işleri bulunuyordu.  

Beyazperdede savaş karşıtlığı 

İkinci Dünya Savaşı sonrası, Amerikan ve Britanya sineması çok sayıda savaş karşıtı filme imza attı; bazıları açık ya da örtülü biçimde Amerikan propagandası yapmayı ihmal etmeden… Sinema tarihinin önde gelen savaş karşıtı filmleri arasında, William Wyler’in “Hayatımızın En Güzel Yılları”, Fred Zinnemann’ın “İnsanlar Yaşadıkça”, King Vidor’un “Savaş ve Barış”, David Lean’in “Kwaii Köprüsü”, Stanley Kubrick’in “Zafer Yolları” ve “Full Metal Jacket”, Stanley Kramer’in “Nürenberg Duruşması”, J. Lee Thompson’un “Navaron’un Topları” , Michael Cimino’nun “Avcı”, Hal Ashby’nin “Eve Dönüş”, Francis Ford Coppola’nın “Kıyamet”,  Oliver Stone’un “Müfreze”, Terence Malick’in “Thin Red Line”, Steven Spielberg’in “Güneş İmparatorluğu”, “Savaş Atı”, “Schindler’in Listesi”, “Er Ryan’ı Kurtarmak”, Sam Mendes’in “1917”, Edward Berger’in “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” filmleri ilk akla gelenler. 

Avrupa Sinemasının unutulmaz savaş karşıtı filmlerinden de birkaçını sıralayalım: Roberto Rosselini’nin “Roma Açık Şehir”, “Hemşehri/Paisan”,  Polonya sinemasından Andrzej Munk’un “Yolcu”, Rus yönetmenler Mihail Romm’un “Sıradan Faşizm”,  Sergey Bondarçuk’un “Harp ve Sulh”, Elem Klimov’un “Gel ve Gör”, Avustralya’dan Bruce Beresford’un “Breaker Morant”, Peter Weir’in “Gelibolu”, Japonya’dan Nagisa Oshima’nin “Mutlu Noeller Bay Lawrence”, Akira Kurosawa’nın “Ran”… 

İçsavaşlar üstüne 

Yalnızca savaşlar değil, iç savaşlar da sanatçıların tarafsız kalmasının mümkün olmadığı olaylardı. Pek çok film yapıldı dünyanın dört bir yanındaki iç savaşlar üstüne. Tabi ki, bu savaşları yönlendiren, taraf olan ülkeler ilgisiz kalmıyordu bu filmlere. Gillo Pontecorvo’nun “Cezayir Savaşı” uzun yıllar Fransa gibi ifade özgürlüğünün bayraktarı olan bir ülkede yasaklanıyordu. Andre Malraux - Boris Peskine’in “Umut”u, Carlos Saura’nın “Ay Carmela”sı ve İngiliz usta Ken Loach’un “Ülke ve Özgürlük”ü İspanya İç Savaşı, “Özgürlük Rüzgarı” ve Keneth Branagh’ın “Belfast”ı İrlanda İç Savaşı üstüne önde gelen filmler. Hepsi de sanatçının savaşta tarafsız kalamayacağının birer kanıtı.  

Afrika’daki iç savaşlar da pek çok filme konu oldu. Bunlardan biri, Steven Silver’ın yönettiği “The Bang Bang Club” Güney Afrika’da çalışan ve iç savaşı görüntüleyen bir grup savaş fotoğrafçısının yaşam öykülerine odaklanıyor. Bu fotoğrafçılardan biri, Sudan’daki iç savaş sırasında ölmek üzere olan bir çocuğu ve yanı başında onun ölümünü bekleyen akbabayı görüntüleyen Pulitzer ödüllü Kevin Carter. Film, mesleği ile insani sorumluluğu arasında yaptığı tercih Carter’ın intiharla sonuçlanan yaşamını konu alırken, izleyiciyi sanatçı ve sorumluluğu teması üzerinde düşünmeye sevk ediyor. Yeri gelmişken, aynı konunun tiyatro edebiyatımızın usta yazarlarından Cuma Boynukara tarafından “Yoksun” adıyla oyunlaştırıldığını ve oyunun D.T. dahil pek çok tiyatro tarafından sahnelendiğini anımsatayım.      

Amerika’nın kuruluş yılları ve İç Savaş, Amerikan sinemasının gözde konularından biri olmuştur. D. W. Griffith’ın “Bir Ulusun Doğuşu”ndan Edward Zwick’in “Glory”sine, Steven Spielberg’in Lincoln”üne sayısız yapıt… John Ford sinemasında milliyetçi unsurlar öne çıkarken, Michael Mann’ın “Son Mohikan”, Kevin Kostner’in “Kurtlarla Dans” filmlerinde hamasi/milliyetçi bir bakış açısı yerine, Kızılderili yerlilere hakkaniyetle yaklaşan bir bakış açısı vardı. Ama, hiçbirinde Martin Scorsese’nin “Dolunay Katilleri” adlı son filmindeki gerçekçiliği bulamazsınız. Şoven Amerikalılar tarafından çokça eleştirileceği belli olan film, Amerikan sinemasının en ‘namuslu’ filmlerinden biri hiç kuşkusuz. Ne demişti Murathan Mungan “Ya dışındasınızdır çemberin ya da içinde yer alacaksın…”