Sonbaharda insanın iliklerine işleyen bir soğuktan sonra, uzun ince, kederli yolları silen, erik ağacını, sabah insanı selamlayan gorgoçini, gece hüzünle öten tüyeyi, damdaki loğu bembeyaz bir örtünün altına atan karın ardından insancıklar köyüne ve mezrasına kapanırmış

Sonbaharda insanın iliklerine işleyen bir soğuktan sonra, uzun ince, kederli yolları silen, erik ağacını, sabah insanı selamlayan gorgoçini, gece hüzünle öten tüyeyi, damdaki loğu bembeyaz bir örtünün altına atan karın ardından insancıklar köyüne ve mezrasına kapanırmış. Evlerden sadece evin altında insanlarla birlikte yaşayan keçiden süt almak ya da damı loğlamak için çıkılırmış. Soba başında anlatılan masal bölünse de, dünya süte kesmişken yolu yara yara köye gelen bir meyman herkesi şenlendirirmiş. Bu hep görülen dervişlik yapan bir pirmiş, yolu yaşatma derdiymiş, ama herkes onda Xızır’ın imini görürmüş. Bu zemheride başka kim böyle yola girecek. Süt, bal, ceviz, ron toraq ikram edilir ama “yabancı”ya nereden gelip nereye gittiği sorulmazmış. Vardığı ev köyün akınına uğrar, herkes meymanın yüzünü görmeye, parlayan sakalına, esrarlı gözlerine bakmaya gelirmiş. Bu işte büyülü bir şeyler de varmış.

Bizim insanımız yaradılış olarak pek açık değilmiş. Uzun ve kuvvetli bir sedde benzeyen sıradağlar, yalnız vadiler, sükut ormanlar, tuhaf korunaklar, korkutucu iç içe mağaralar, uzun ağaç gövdeleri derken, bir de üstüne senenin altı ayı kalkmayan kar, el kesen soğuk, acımasız fırtına, Munzur’u, Harçik’i, Karasu’yu, Tağar’ı donduran buz ve sonra kavurucu sıcaklar ruhları parçalamış, allak bullak etmiş, iyice sertleştirmiş. Üstelik iki yüzyıl evvelden başlayan “seferler”, ta Fizan’a sürgünler, geçen yüzyıl yaşanan savaşlar, otuz sekizdeki “tertele”, tüm bunları daha da derinleştirmiş. Dağlardan kapıları zaten kapalı olan yurdumda ruhlar iyice kapanmış, her yana kilit vurulmuş, bir güzel mühürlenmiş, içtekini dıştaki gözden uzak tutmuş.

Kaypakkaya Paga Al’e gelip köylüye bir gece meyman olduğunda kendisine sıcacık bir hizmet yapılmış. O, “sığır tüccarıyım’ demiş, Xızır’ı halinden bilen köylü “talebe” olduğunu hemen bilmiş. Bu genç yaşta, üst baş yerinde, dil gibi ettiği lafları da düzgün, etrafı soran soruşturan bu çakır gözlü adamla bir kap yemek paylaşılmaz mıymış. Ertesi gün Kutudere’ye uğurlanmış. Hiç kimse “yabancı” gibi bakmamış. Zaten birkaç ay içinde yakalanmış, öldüğü ana dek hiç kimseyi tanımamış, “yabancıymış”.

Bir de başka türlü “yabancılar” varmış. Dertleri hep dilleri, dinleri, kültürleri yazmak olmayan misyonerler, harekât öncesi son hazırlıklar için dolaşan ve rapor tutan askerler, “çerçi” kılığındaki istihbaratçılar, bilgi almak için halkla ilişkiler kuran ajanlar görülmüş. Sevgenler, Tankutlar, Antranikler, Alpdoğanlar gerçekten yabancılarmış. Benim fakir yüzlü, alnı çizgili, görmüş geçirmiş insancıklarım bir tas ayranı, hele devletlü olanına sogis’i, soba başında tüttürülen çubukları sunsa da bunlara, hep bir parça kuşku ve güvensizlik hissetmiş. Sonra başlarına gelen hep felaketmiş.
Yabancı her çağın gerçeği, hele bu yüzyılda. Ülkelerarası milyonlar göç halinde. Avrupa’ya gelenler, bir kamyon kasasında havasızlıktan boğulup gelemeyen, şambırelden tekneleri batanlar ve batırılanlar. Yerleştikleri ülkenin en kötü mahallesinde, en kötü evinde, sosyal yardıma muhtaç halde. Sokakta yürüyen görmez onları, onlar “görünmez”dir.

Ve şimdi “Suriyeliler” yabancı. Erdoğan ve adamları sahte gülücüklerle davet etti onları. Üç öğün yemeğe, kartla verilen maaşa ve “özgürlüğe” çağrıldılar. Geldiler, yerleştiler kamplara, Türkmen olanı parkın en dibindeki ağacın altına. Banyosuz, kirli, bir deri bir kemik dolaşıyorlar sokaklarımızda. Artık gülücük yok, bitti, sokaklardan, çarşılardan toplanıyorlar, kamplara kapatılıyorlar.
Bir de eli silahlı, dili Cihatlılar var. Hotellerde ağırlanıp, mermi ile doyuruluyorlar. Pis sakallarının gölgesi düşüyor sokağımıza. Hatay’da tıpkı Humus’taki gibi ellerinde “keleş” ile geziyorlar. İstanbul’da toplanıp bayram kutluyorlar, “cihada çağrı” yayınlıyor. Gözlerimizin ve kameraların önünde.

Kendi ülkemizde “yabancı” olduk, ülkemizi sapıklar işgal etti. Sapıkların hamileri kadının kahkahasından bile tahrik oluyor. “Yabancının” pis gülüşü her yeri teslim alıyor. Terörden ve dehşetten başka verecek bir “hediyesi” olmayanlar bizi kendi ülkemize yabancılaştırdı. Köye gelen yabancıyı kaybettik, özledik.