Ben ilk kez ateşin içinde bir kişiyi yedi yaşındayken gördüm. Uzun beyaz bir pırenden ibaret giysisi, kısa saplı cura bağlamasının rengarenk püskülleri gibi, bakırdan sakallarının tek bir teli bile yanmıyormuş. Çocuk gözlerini kapatmış, açmış, ateşe bakmaya korkmuş. İçinde toplandıkları büyük bir odaya benzeyen mağaranın duvarında ateş içinde bağlama çalan bir adam titreyip duruyormuş. Etrafta ağlayanlar ve tewte girenler karaltılar varmış. Çocukmuş, herhalde rüyadayım, demiş. Bir insan ateşte nasıl yanmazmış ki. Oysa gerçekmiş, dewres ateşteymiş, hem de para ve heyecanlı bir seremoni için de değil, sırf inancı için. Yakıp yıkmakta mahir ateş, onu yakmamış.

Eski hapishanelerin geniş koğuşlarında yaşayan tutukluları sözüm ona hayata döndürmek için tüfekler, panzerler, kamyonlar, bombalarla saldıran ve tam 32 kişiyi kurşun, gaz ve bomba ile öldüren devlet, bu sırada koğuşlara tonlarca yanıcı maddeler atmış. Kurşunun yanında, yanarak ölenler varmış. Bir kadın, Hacer adında, koğuşundan yüzü yanmış şekilde çıkmış, televizyonlara bağırmış, biz altı kadındık, diri diri yaktılar, demiş. İçeriden, yerlerde sürükleyerek kuş ölüleri gibi devrimci cenazeleri çıkarıyorlarmış. O kapkara günlerden bir gün, akşam televizyondaki genç spiker, üzgün bir göz ve yüz biçimiyle, bir insan daha öldü, demiş. Haberde bir kadın, hücrenin kalın demirlerine yapışmış slogan atıyormuş. Hücrenin demirlerinin en altından yukarıya doğru bir kırmızı ateş yayılıyor, kadının demirlere yapışmış elleri, dirençli kolları ve slogan atan dili, ağzı, burnu, dişleri, çenesi, yüzü yanıyormuş. Ateş gittikçe gürül gürül yanıyor, kadın gür bir sesle slogana devam ediyormuş. Ateş ile yakmış bedenini, ölmüş gitmiş kadın, salt hücrelere hayır dediğinden, Fidan Kalsen’miş adı.

Zerdüştler ve Mazdeklerde yakı, sadece insanı, evi korumaz, pişecek yemeği hazırlamaz (bilirsiniz ateş, fırın, ocak ve aile arasında sıkı bir ilişki vardır), kocaman bir devleti de korurmuş. Varlıkları birleştiren, yaratılmışları farklılaştıran, bazı tapınaklarda hiç sönmemek üzere yanan bir elementmiş. Demirci Ustası temalı devirlerde ateş, insanın üretebildiği en önemli şeymiş, ateş çünkü, güç ve bilgiyi sembolize edermiş. Ama ateş usta ellerde değilse, acının sembolü olurmuş. Prometheus’un başına gelenlere girmeyeceğim.

Hıristiyanlıkta adı yaşayan ateşmiş, yeryüzü cennetinin girişini bekleyen meleklerin elindeki kılıçlar ateştenmiş. Vaftizci Yahya İsa’yı vaftiz ederken, ateşle takdis edileceksin, demiş. Ateş burada Kutsal Ruh’u sembolize etmişmiş. Ateş arındırırmış, akıl hastaları ve günahkârların başına fenerler konması bundanmış. Dumanı hastalıkları, kötü etkileri uzaklaştırırmış.  

Ateş cezalandırmada bir aletmiş. Jeanne d’Arc bile bir ateş işkencesine maruz kalmış. Suçlanan kişinin masumiyetini kanıtladığı, içinden çıktığında hiç yanık izi kalmaksızın içine girdiği ateşin ya da cadıların ve kâfirlerin yeryüzünde cehennem ateşini tanıyacakları içinde yakıldıkları ateş de, ateşin adalet kavramını vurgulamış. Apollon inancının rahipleri törenler içinde kor ateşlerin üzerinde yürürmüş. Yedi yaş çağındaki o mağarada ateşte yanmayan budala, biraz Ortaçağ’a benzemiş.

İnsanların başını koparan, kadınlara esir pazarlarında fiyat biçen, türbeleri, camileri, mescitleri bombayla havaya uçuran, kalemi tek ekmek teknesi ve silahı olan karikatüristleri Paris’in ortasında keleş ile öldüren cihatçıları görünce dünya, bir büyük dehşete kapılmış. Ürdünlü pilot Muaz el-Kesasibe kameralar önünde, canlı yayınla yakılınca artık söz bitmiş. Uzun ve yakışıklı adam bir heykel gibi dikilmiş, vücudunu saran alevleri seyretmedeymiş. Fidan’dan farkı sessizliğiymiş. Tanrının azgın kullarını yakmakta kullandığı cehennem ateşi bile utanmış. Bir yeri ateşe ve kana vermek deyimi, işte tam da buymuş. Beterin beteri varmış.