Yas
Ölümler artıyor; dünyanın her yerinde ve bizde. Onlarca tabutun yanında özel giysiler içinde birkaç insanla toplu mezar görüntüleri yayılıyor, bir zamanların süperi ABD'den bile!
İnsanlar sevdiklerine son görevlerini yapamıyor. Oysa, o kadar önemli ki bu, geride kalanın yaşayabilmesi için!
Türkiye Psikiyatri Derneği, insanlara yas konusunda bilgi verip öneriler sıraladığı Dayanışma Ağı’nda, kayıpla baş edebilmenin yollarından biri olarak, insanın ‘kültürü ve inancı doğrultusunda cenaze ve yasla ilgili törenleri yapabilmesi’ni sayıyor.
Yas tutmak; ‘sevilen bir insanın ölümü, önemli bir ilişkinin bitmesi gibi kayıplar sonrasında yaşanılan normal bir süreç’miş.
Psikiyatri profesörü yazarımız Selçuk Candansayar’ın alanına girdiğimin farkındayım, ama hemen çıkacağım.
Sevdiklerimizin kaybı karşısında yaşanılan ‘normal’ süreci bile yaşayamadığımız ‘anormal’ zamanlardayız.
Sevgili Melih Pekdemir, ağabeyinin, hepimizin ‘Gültekin Abi’sinin cenaze törenine katılamadı işte!
Gazete, ölüm haberinin altına Gültekin Abi’nin kitabı ‘Denizin Bittiği Yer’ için yazdığım yazıyı koymuştu.
Gültekin Abi’nin kitabı, özellikle de adı, bana 12 Eylül günlerini düşündürmüştü. Gazetelerin ve televizyonların sürekli vurulan, öldürülen, yakalanan, aranan devrimcilerden söz ettiği; onlardan biri olmayanların da bir mayın tarlasının ortasında kalmışçasına şaşkın, etraflarında patlayan mayınlar ve düşenler arasında dehşetle koşuşturduğu, ‹deniz bitti› duygusunun bir başka dünya peşinden koşan insanları yutmak üzere olduğu günleri...
Kitabın adını bir soru işaretiyle (Denizin bittiği yer?) yazımın başlığı yapmış ve “Sahi, neresidir orası? Bir tükenmişlik noktası mı? Bir karaya vuruş, kayalık bir kıyıda kırılıp köpük köpük yok oluş mu? Denizin bitişi böylesi duygular çağrıştırır ilkin. ‘Her şey bitti’yi anlatır...” diye devam etmişim.
Kimileri, yakalanma ve ölüm haberlerini ‘yalan’ sayarak o duyguyu aşmaya çalışıyordu. Oysa, bir kayıpla baş edebilmek ve yolunuza devam edebilmek, ‘mış gibi’ yapmaktan boş avuntulardan değil, olup bitenle tüm çıplaklığı ile yüzleşebilmekten geçiyormuş.
Psikiyatrinin böylesi önerilerini hiç duymadan, el yordamıyla belki, bunu kavrayan ve ‘deniz bitti’ duygusu yaşayanları denizin bittiği yere doğru ittirenlerimiz de vardı: “Evet, o da yakalandı. Doğru, bu ölmüş. Yarın ben de yok olacağım. Belki, bir tek sen kalacaksın. Peki, o zaman şimdiye kadar inandığın her şey yalanlanmış mı olacak? İnandıklarına başkaları da var diye mı inanmıştın? Tek başına kalınca ne yapacaksın?” diye sorarak ve “O her şey bitti gibi görünen yerde, bir koza örer gibi yeniden başlayacaksın” diye de ekleyerek.
Gültekin Abi’nin kitabının kapağında deniz kıyısında kayalıklara oturmuş, arkası okuyucuya dönük, denizin bittiği yere bakan bir adam vardı.
Onun baktığı yere bakıp; “Denizin bittiği yer ufuktur aynı zamanda. Ufuk da umut. En çaresiz durumlarda çarenin siz olduğunuzu, sizin çare olduğunuzu kavradığınız yer! Deniz bitse ne olur, bittiği yerde bir ufuk çizgisi olduktan sonra. ... Ötesine geçmeli o ufuk çizgisinin!” demiştim.
Yalnızca sevdiklerimizi kaybetmenin yasını tutmakla geçecek günler değil; ilişkilerimizi, işlerimizi, çok daha fazlasını kaybedebileceğimiz, kolaylıkla ‘denizin bittiği yer’ duygusuna kapılabileceğimiz zamanlardayız…
Şimdi, yine ‹denizin bittiği yer›de ufuk olduğunu görmenin; o ufkun ötesine ancak el ele, birlikte, dayanışma içinde ve ufkun ötesindeki bir başka dünyadan vaz geçmeden yürüyebileceğimiz bilgisine sıkı sıkıya sarılmanın zamanıdır!
Yas, ancak böyle yaşandığında sizi daha güçlendiren bir şeymiş!