Yaşadıklarımdan kan ter içinde kalırım
Mahir’in Ulaş’ı kucakladığı o duruşma sahnesinde, tutamam kendimi, gider gardrobun dibine oturur, ağlarım.
1994 yılında otuz beş yaşındaydım… 29 sene önce… O zamanlar, Şizofrengi dergisine, “ben nerede kalırım…” başlıklı bir yazı yazmıştım. Bazı yazıların, her okunuşlarında kendilerini doğrulayan tuhaf kehanetleri ve ışıldayan bir samimiyeti vardır. Bu yazı da onlardan biri sanki. Başlık dahil, birkaç küçük değişiklik ve eklemeyle yeniden paylaşmak istedim.
Benim derin iç çekişlerim vardır; en olmaz yerinde telaşlandıran martıları, tam da bir şeyler kapmaya çalışırken, bol köpüklü ve kavgalı bir denizin ortasından.
Derin bir iç çekiş; günün en sıcak saatinde, hem de kimsecikler yokken… Yıkık bir kilisenin çok yapraklı bahçesinde yan yana yürürken, içim titrer bir yandan omzumun her dokunuşunda. Bir yandan kaygılanırım, tuhaf şeyler gelir aklıma…
Sonra, belki hafifçe sarhoş olurum, ama gözüm kapıda hâlâ, orada takılı kalır, gözüm aklımı dağıtacak birisinde kalır.
Mutlaka âşık olurum…
Ve o, kimse artık o; kapıdan geçerken bir bahaneyle içeriye girer. Sonra… Sonrası, hep bir ilkbahar hesaplaşması, kitaplıktaki sessiz ağlayışlar, tüm ışıkları kapatıp balkona çıktığımda burnuma çarpan şehrin kokusu, büyücek bir fotoğraf ortasından hafifçe kırılmış ve unutulmuş yarım şişe kırmızı şarap… Hepsi bu aslında!
Benim iç çekişim kum gibi, toz gibi bir şeydir yani… Bilmiyorum ama, belki de iyi bir şeydir…
“…Tohumu topraktan çekip alamazsın. Yapabileceğin, yalnızca, ona ısı, nem, ışık sağlamaktır; kendi kendine yetişmek zorundadır…
Bir insan kilitli olmayan, ama içeriye doğru açılan bir kapıyı boyuna itiyor, çekmek aklına gelmiyorsa, odada hapistir…
Ancak çok mutsuz bir insanın başka bir insan için üzülmeye hakkı vardır…”
Benim çok acayip sıkıntılarım vardır; sıralı, sırasız… Genellikle de çok sırasızdır. Nasıl, niye yaparım bilmem; kocaman ve çok güzel bir ateşin kucağında kavrulurken, birden gövdemi buz gibi yaparım.
Mutlaka yaparım…
Yatağın üzerinde her seferinde dağılmış bir avuç soğuk külden başka bir şey kalmayacağını bildiğim halde; yaparım!
Benim sıkıntılarım, uzak ülke telefonlarına benzer, heyecanlı ve hızlıdır. “Her seferinde söylenmemiş, yarım kalmış binlerce şey”le birlikte gezinir durur. “Şimdi ne söylesem?” telaşına katlanır da çok erken bir Kabataş sabahının bir bardak çayında, yavaşça erimeyi bilmez.
Sonra saat gece yarısı olur, “hâlâ bir yerlere gitmek için vaktim var” diye düşünürüm. “Çok mutsuzum galiba” derim kendi kendi kendime. “Abi çok mutsuzum.” “Paris’e gitsem” derim, “gemileri yaksam yine…”
“Bu şehir arkandan gelir” derler. “Etraf, Kavafis dolu” diye dalgamı geçerim içimden.
Benim sıkıntılarım; sanki çok tatsız bir şeydir…
Benim kocaman ve terleyen ellerim vardır. Ellerim, yeni yıl kartlarına yazılan cümlelere benzer, güçsüz, şaşkın ve kuralcı. Yılda bir kez yazılabilecek bir şey için, hiç de uygun şeyler değildir bunlar, ömrüme uymadığı gibi.
Ellerim sıkıntılı, şu dünyayı istediği gibi kucaklayamamaktan. Çoban salata ve piyazı iyi tarif eder de korkar başkalarının anlayamadığı bakışlarından.
Sonra, bir zaman daha geçer. Hafifçe eğilerek dolaşırım kalabalıkta,
Mutlaka dolaşırım…
Çok kaygılanırım kendimden ve ellerimden. Bunun için, ellerimi rahatça kaybedeceğim pantolonlar giyerim.
“…Kişi kendisine dışarıdan bakamaz, zira kişi kendisinin nasıl göründüğünü sahiden görmez, çıkarsayabilir ancak. Kişi kendine gerçi, bu koşullar altında, ‘ben, biz başkası için ne derdim?’ diye sorabilir. Ama yanıt şu: ‘bilemezdim.’ Bilseydim de o başkasıyla ilgili haklı olduğum konusunda bir şey söylemiş olmazdı…”
Yani, benim ellerim, utandırmadan verilen komi bahşişi ve sebepsiz kurulan dostlukların neşesinden, kekeme masa arkadaşlıklarına kadar çırpınır durur.
Bu yüzden bir parça yorgundur ellerim. Zaten, pek de matah bir şey değildir doğrusu…
Benim bir türlü kurtulamadığım hayallerim vardır: En tepesindeyken rüzgârın ve en hızlısıyken yağmurun; birden, sinek vızıltılarıyla kaybolmuş bir bataklığın kenarında bitiveren.
Bir akrep gibi kıvrılıp acıyla, soksam kendimi diye düşünürüm. Ardından, yağmur bir kez daha yıkasa caddeleri. Dilimi, dişimi ve etlerimi bir kez daha yıkasam ve sakınmadan yürüyebileceğim ilk duvar dibinde, elimde kalan son meşaleyi de yaksam.
“Bir kuşun yarası” kadar derin yaramı son bir öpüşle dağlayıp, dağlı çiçeklerle örülü bir bahçenin kenarında dursam diye, hayaller kurarım.
Mutlaka kurarım.
Yani benim hayallerim, yavaşça tutulan küçük serçeparmağı ve hızla giyilen bağcıksız ayakkabılara benzer. İlk koşturmacada ayrılan ya da ilk sendeleyişte çıkıveren.
Hayallerim bana, acı bir şeydir…
“…Kişi yalnızca en korkunç acılar içindeyken yazmalı, o zaman bambaşka bir anlamı olur yazdıklarının. Ama, bu yüzden, bu yazılanı da kimse bir doğrudur diye alıntılayamamalı; meğer ki bunu söylerken kendisi de acı çekiyor ola…”
İşte böyle… Hepsi bu kadar,
Sonra, ne mi olur?
Sonra, mevsimler değişir, güneş rahat ve sakin yoluna devam eder. Ben, Kibariye dinlemeye devam ederim… Yeni mektuplar yazarım eski arkadaşlarıma, içlerine şiirler koyarım.
Bir çingene kızı ayaklarını şıpırdatarak yanımdan geçer.
Chick’in konseri için karaborsadan bilet ararım.
Çok keyiflenirim, çoktan unuttuğum bir türküyü hatırladığımda. Aklım bir karış havada, aklım kısa saçlı birisinin gözlerinde kalır. Gözüm telesekreterin pırpırına takılır, ne kadar pırpır, o kadar dost!
Mahir’in Ulaş’ı kucakladığı o duruşma sahnesinde, tutamam kendimi, gider gardrobun dibine oturur, ağlarım.
“Bir kuş, kanatlarında boş bir kovanla kalkar avludan.”
Yaşadıklarımdan kan ter içinde kalırım. Ama, bir şeyi çok, çok iyi bilirim: Bu dünyada hâlâ rüzgârlar esiyor ve nasıl olsa terimi kuruturlar,
Mutlaka kuruturlar…