İkisi de semtim. Birinin oğluyum, birinin kardeşiyim. Biri anadilim, yurdum, çocukluğum, şiirim, diğeri ortadan hallice gençliğim, sonram ve şimdim. Biri “siyah-kırmızı, Anadolu yıldızı”, diğeri İstanbul’un yıldızı. Ankara’yı unutur muyum hiç, o da ‘gönlümün yıldızı’. Eskişehir sakinliktir, Ankara gençliktir, Beyoğlu şenliktir. Salah Birsel’in, ki bu yıl 100 yaşında, sözcükleri yüzlerce yıl daha yuvarlansın, hoplasın zıplasın isterim […]

Yaşasın Beyoğlu!  Yaşasın Eskişehir!

İkisi de semtim. Birinin oğluyum, birinin kardeşiyim. Biri anadilim, yurdum, çocukluğum, şiirim, diğeri ortadan hallice gençliğim, sonram ve şimdim. Biri “siyah-kırmızı, Anadolu yıldızı”, diğeri İstanbul’un yıldızı. Ankara’yı unutur muyum hiç, o da ‘gönlümün yıldızı’.

Eskişehir sakinliktir, Ankara gençliktir, Beyoğlu şenliktir. Salah Birsel’in, ki bu yıl 100 yaşında, sözcükleri yüzlerce yıl daha yuvarlansın, hoplasın zıplasın isterim kitaplarda, Boğaziçi Şıngır Mıngır’ını da unutmayalım!

Seçimler bahane, Eskişehir şahane diye yazmak ne güzel olurdu şimdi, Beyoğlu’nda özgürce dolaşırken! Fakat ne yazık ki bu cümlenin gerçekliği yok! Nasıl olsun ki hem, Turgut Uyar’ın “Sayılara vurdular bizi” deyişini daha da ileri götürüp “yüzdelere vurdular bizi!” Biz onların yüzdesi değiliz tabii, hem de yüzdeleri filan hiç sevmeyiz! Matematiği severiz şiiri sevdiğimiz için, ama çarpma, çıkarma hele bölme işlemini hiç sevmeyiz, en çok sevdiğimiz ve bildiğimiz işlem toplamadır.

Tam da burada, çoğu zaman olduğu gibi, Ece Ayhan’ı çağırırız yazıya, o da “Bakışsız bir kedi kara” gibi gelir, ve “Biz tüzüklerle çarpışarak büyüdük kardeşim” bunlar ne ki der, yanıtı “güzel abim” Ahmed Arif verir: “Bunlar engerekler ve çıyanlardır/ aşımıza ekmeğimize göz koyanlardır/tanı bunları tanı da büyü”.

Şiirden gidiyoruz çünkü şehirden gidiyoruz. Şiir olan şehirden, şiiri olmadığında yerine hiçbir şey koyamayacağınız şehirden. Öyleyse Gülten Akın’ı da anmanın, anmak ne, hiç unutmamanın tam yeridir: “Sanmazdım çocukları asfalta ve parka başlatsınlar/Oteller hanlar yapsınlar canım viraneliklere/Pastalar vitrinler çiğdem pilavına karşı/Sanmazdım kar yerine buzdan dondurma/Bir tek Çapanoğlu kalmasın Yozgat’ta”.

Şiirlerimiz birbirine benzemedi ama şehirlerimiz birbirine benzedi. “Böyle giderse Türkiye Cumhuriyeti TOKİye Cumhuriyeti olacak!” diye yazmıştım. Yazmaya ne gerek varsa, zaten herkes biliyor, görüyor, küçülüyor! Eşya bizi küçültüyor, yoruyor, kendimizden, birbirimizden, şehrimizden uzaklaştırıyor. Eşyadan cumhuriyet mi olur, olmaz, ama elmadan olur, elmadan ne cumhuriyetler kurulur! Sonra insan yemelere doyamaz! Madem yemeye bu kadar düşkünsünüz, açsınız, doymazsınız, bari betondan, çimentodan filan kurmayın, elmadan, erikten, üzümden, kirazdan cumhuriyetler kurun da güzelce yiyin! Yine şiir, bana şairlerden kurtuluş yok anlaşılan, olmasın da, hele adı Tevfik Fikret’se ve “Han-ı Yağma”dan söz ediyorsa: “Yiyin efendiler yiyin bu han-ı iştiha sizin/aksırıncaya tıksırıncaya patlayıncaya çatlayıncaya kadar yiyin!”

Eskişehir uzun zamandır, tam da Eskişehirspor için, onun başlattığı Anadolu İhtilali için söylendiği gibi “Anadolu Yıldızı”. Anadolu’nun tek ışığı, gözbebeğimiz, şehrimiz, eskişiirimiz, Eskişehir’imiz. Sevgili rektörümüz, büyükşehir belediye başkanımız Yılmaz Büyükerşen’imiz. Akademi’yi Anadolu Üniversitesi’ne dönüştürüp, barış şehri Eskişehir’den çağdaş, aydınlık bir öğrenci kenti çıkaran efsanemiz. Şu üniversiteyi ben kurdum, şunu ben başlattım diye övünüp desteksiz atanlara karşı belgesiyle, bilgisiyle, özverisiyle Anadolu üniversitelerinin öncülüğünü yapmış hocamız, canımız. Bugün 40 bin öğrenci, üstelik kızlı-erkekli kardeşçe, arkadaşça kentin iki üniversitesinde okuyor, Porsuk kıyısında gönlünün dilediğince geziyor, koşuyor, onların gençliği kenti bir kez daha ışıtıyor, parlatıyor, geceleri de pırıl pırıl ışık içinde eğleniyor, dans ediyorsa, hepsi Yılmaz Hocanın sayesindedir. Kuşkusuz yalnız değildir bu girişimlerinde. Kentin öğrenci semti olan Tepebaşı’nda, aradaki kaza hariç, uzun yıllardır belediye başkanı olan güleryüzlü dostumuz Ahmet Ataç’ın da varlığını, büyük katkısını, sürekli desteğini hiç unutmamak gerekiyor. Ne de olsa Tepebaşı, Eskişehir’in vitrini. Hep gözalıcı olması için ona gözü gibi bakan bir başkan Ataç. Yazmış olabilirim. İlkokul ya da ortaokuldan bir arkadaşımla karşılaştım Eskişehir’de. Tepebaşı’nda Uluslararası Şiir Festivali yapıyoruz 9 yıldır. Arkadaşım ‘mütedeyyin’ olmuş kendi deyimiyle, sakin, yumuşak, güleç bir adam. ‘Dostum’ dedi, ‘izliyorum Tepebaşı’nda yaptıklarını. Başkan Ahmet Ataç’a selam söyle, o bir Kemalist derviş!” Dindar bir insandan laik bir insana gelebilecek en güzel övgü bu sanırım.

Eskişehir’in aydınlığının sırrı da burada işte. Yılmaz Hoca ve Ahmet Başkanla birlikte, kentin tarihi semti olan Odunpazarı’nı, ki çocukluğumun mahallesidir, yöneten Kazım Kurt da o dokuyu bozmadan yenileştirmeyi başararak, geleneğe de değerini katıyor. Üç sevgili başkanımız böylece adeta Anadolu’nun ortasında bir müze-kent yaratıyor, yaşayan, nefes alan, organik bir müze. Kendi diktikleri gökdelenleri halka şikayet edenler, şimdi dikey değil yatay yapılaşma emri verenler, “Bade harab ül Basra”, yani Basra harap olduktan sonra istedikleri kadar konuşsunlar! Boş!

Aydınlığın sırrı, üç başkanın da yalnızca kendi partilerinden değil, başka partilerden de oy alarak Eskişehir’i ve iki merkez ilçe olan Tepebaşı ile Odunpazarı’nı büyük bir destek, ilgi ve sevgiyle yönetmeleri. Halka kentini yeniden ve daha çok sevdirmek gibi büyük bir mucizeyi gerçekleştirdi onlar. Eskişehir sevgisi hem nefes gibi havada hem de dokunulabilecek yakınlık ve sıcaklıkta. Üstelik uzaktayken bile, örneğin benim durumumda.

Şimdi Eskişehir aydınlığının sürmesi gerekiyor. Çağdaş, laik, barış dolu, güleryüzlü, şirin, özgür bir kent olarak yaşaması için, bu üç özverili insanı, sevgili başkanlarımızı yeniden göreve getirmemiz, Eskişehir’le bir kez daha övünmemiz şart. Yaşasın Eskişehir demek için şart.

Yaşaması gereken pek çok yer var elbette. Bunlardan biri de yaşadığım ilçe olan Beyoğlu. 35 yıldır İstanbul’da, 25 yıldır Beyoğlu’nda oturuyorum. Şarkının “aşkı da gördüm ihaneti de” dediği gibi Beyoğlu’nun şenliğini de gördüm kederini de. Kendi yaşam biçimlerine uygun bir Beyoğlu yarattılar, neşeyi yok ettiler, sevinci kararttılar. İnsanlar artık Beyoğlu’nu Kadıköy’de yaşar oldu. Tıpkı Haydarpaşa Garı’nı yıllardır trenlerine hasret bıraktıkları gibi, Beyoğlu’nu da eğlenceye, kahkahaya, kültüre sanata hasret bıraktılar. İstanbul’un kalbi olan Beyoğlu şimdi herhangi bir büyük kentin ana caddesi gibi, tüketimin körüklendiği, ruhsuz, tarihsiz ve elbette talihsiz bir durumda.

Beyoğlu ve 45 mahallesinin yeniden Beyoğlu olması, yaşaması, canlanması için bu kez bir kararlılık var. Bu kararlılığın adı, Alper Taş. ‘Yaşasın Beyoğlu’ diyerek çıktığı yolda, dürüstlüğü, doğruluğu, sağlamlığı, yakınlığı, halkın içinden gelmesi, rantçı değil halkçı olması, toplumcu belediyeciliğin gereğini yerine getireceğine dair güçlü bir inanç yaratmasıyla, şimdiden ‘halkın başkanı’ olarak gönüllerde. Beyoğlu’ndan başlayarak İstanbul’u değiştirmek için çok değerli bir isim. Elbette hepimizin desteği gerekiyor, güneşli, şenlikli, şıkır şıkır, özgür bir Beyoğlu için, Beyoğlu çok yaşa demek için, önce oylar Alper Taş’a demek gerekiyor.

İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Bursa, Mersin, Eskişehir, Tepebaşı, Odunpazarı, Beyoğlu, Ataşehir ve her yerde tek adam rejimine karşı, çokrenkli, çoksesli, katılımcı ve adeta bir tür imeceyle çalışacak yerel yönetimler için sandıklara gideceğiz ve halkın başkanlarını seçeceğiz!