Edith Nesbit’i, herhalde bilmeyenimiz yoktur. Demiryolu Çocukları adlı o muhteşem romanın yazarından haberdar olmamak olur mu? Nesbit, 1800’lü yıllarda yaşamış, döneminin en “asi” kadınlarından biriydi. O dönemde erkek egemen topluma ciddi bir başkaldırı sayılan, saçını kısa kesmek, korse takmak, sigarasını kendi sarıp kendi yakmak gibi tutumları onu döneminin en önemli feministi yaptı. Bugün, yapılması için kimseye asla hesap verme gereği duyulmayan kadın davranışları bunlar. Ama Nesbit’in yaşadığı dönemin İngiltere’sinde bunların her birini gerçekleştirmek birer devrim yapmak demekti, neredeyse. Tabii ki Nesbit’in saygı duyulması gereken feministliği bu tutumlardan ibaret değildi. Sadece erkeklerin yararlandığı ikiyüzlü ahlak anlayışına bir tepki olarak, kendisini aldatan kocası karşısında sessiz kalmayıp, sevgili bulması da bir hayli önemlidir. Şimdi bu cümlemden yola çıkıp, yanıtı, tarafımdan elbette “hayır” olacak olan, feministliğin ölçüsü, kadının erkeklere özgü tutumları aynen tekrarlaması mıdır benzeri sorular türetilmesin. Soruya, “Hayır” diyecek olsam da kadınlara nasıl mücadele etmeleri gerektiğini söylemek bana düşmez. Erkek egemen toplumda acı çekenler onlar mücadele yöntemlerini de kendileri belirlerler.

Durup dururken Nesbit’ten sözetmemin nedeni şu; çalışmayan bir kocası, bakılması gereken bir çocuğu olduğu için, eve ekmek götürmek Edith Nesbit’e düşmüştü. Yaşamın başka alanlarında hor görülen ancak emeği söz konusu olunca anımsanan kadınlardan biri de oydu yani. Yaptığı işlerin hepsinden haberdar değilim. Sadece birini biliyorum ki bu soylu kadından söz etmeme yol açmıştır. Henüz tanınmadığı zamanlarda bir yandan şiirler, öyküler yazıyor, diğer yandan para kazanmak için tebrik kartları yapıp satıyordu. Noel, yılbaşı, doğum günü, düğün, nişan gibi özel günlerde yollanılan şu kartlardan. Bu tür “iş”in, en anlamlı günlerde bile mesajlarını cep telefonuyla ileten günümüz “modern” insanı için tuhaf olduğu kesin.


Fast food kültürü deyip durulmasının bir nedeni var elbette. Kar güdüsüyle hareket eden büyük şirketlerin bir hayli “hızlandırdığı” insanlığın, ne acelesi var bilemem ama, artık kişiye özel günler için bile iki satır yazacak vakti kalmamış bulunuyor. Artık yollayan pek kalmadı ama bir ara yılbaşının yaklaştığı günlerde, muhatabınıza her ne dileyecekseniz, zaten üzerinde yazılı olan kartlar satılıyordu. Kuru, sizin düşüncelerinizden bağımsız, ruhsuz, klişe cümlelerin bulunduğu kartlardı bunlar. Edith Nesbit’in yaşadığı dönemin el yapımı, üzerine sadece satın alanın dilediğini yazabileceği kartlarından çok farklıydı. Günümüzün pratik işvereni, o hazır kartlarla bireyleri birbirleri için “özel” olmaktan çıkarıp “herhangi biri” konumuna düşürmüştü. Bana, gönderenin lütfedip iki satır yazmadığı hiçbir kartı samimi bulmayışım, Nesbit döneminde kalmış biri oluşumdandır belki, kim bilir? Duygularımıza bile “hazır yiyecek” muamelesi yapılması günümüzün gerçeği.

Aslında pek de günümüzün gerçeği değil. Geçmişte, “Nesbit’in yaptığı gibi el yapımı kartlar vardı, insanlar daha duyarlıydı” demem bekleniyorsa, bekleyeni yanıltacağım maalesef. Tamam insanlık geçmişte daha duyarlıydı elbette ama, biz insanlıktan değil, işverenden söz ediyoruz. İşveren bugünkülerine benzerdi birçok bakımdan. Şimdikiyle karşılaştırılamayacak düşük düzeyde falan ama o zamanda böyle “hazır reçete” türü uyanıklıklar vardı. Bu uyanıklığın kahramanlarından biri romancı Samuel Richardson’dur. İngiliz romancılığının babası sayarlar Richardson’u. Yoksul bir marangozun oğlu olarak geldiği Londra’da bir matbaaya girip çalışan Richardson’un çevresindeki hemen herkesin okuması yazması ya yoktu ya da yok denecek kadar azdı. Hepsinin sevgililerine yazmak istedikleri mektupları Richardson yazdı. Ünlü bir romancı oluşunda bu mektup yazma işinin büyük etkisi vardır. Matbaa sahipleri bu fırsatı kaçırırlar mı? Hemen Richardson’a kırsal bölgelerde yaşayan eğitimsiz kişiler için bir dizi mektup hazırlattılar. Bu diziden Pamela adlı o büyük roman çıkmıştır. O mektuplar da kim bilir kimler tarafından kendileri yazmışçasına kimlere gönderildi? Günümüzün hazır tebrik kartları, telefon mesajları gibi, hazır aşk ya da öğüt temalı mektuplardı bunlar.

Tabii ki Richardson’ın o mektupları yazmasındaki en önemli etken okuma yazma oranının düşüklüğüydü. Bunu o matbaa sahipleri gibi paraya çevirmeyi akıl edenler de çıkacaktı elbette. Bundan en az yararlanan ise tahmin ettiğiniz gibi Richardson olmuştur.

Okuryazarlığın bir hayli yüksek olduğu günümüzde tebrik kartlarını bile hazır yazılmışını alan, tekst mesajlarıyla yetinen bir kitle var. Sevgi de vefa da sözcük düzeyinde çok kolay tüketildikleri için, bir hayli kanıksanmış kavramlar oldular. Dolayısıyla sevgi sözcükleri hiçbir duyguya bağlı kalmadan öylesine söylenebiliyorsa, ayrıca yazılması da gerekmez. O işi hepimiz adına yapan bir “fast food” sektörü var.

Umarım bu yıl herkese mutlulukla beraber, üzerinde sadece kişiye özel yazılmış sevda sözleri, mutluluk dilekleri bulunan tebrik kartları da getirir.