Kılıçdaroğlu, et-süt gibi temel gıda maddelerinin erişilemez olduğunu vurgulamak için Et ve Süt Kurumu’nun önündeydi dün. En önemli sorunun ekonomi; yani pahalılık, işsizlik, yoksulluk olduğunu söyleyen anketlere uygun bir muhalif eylemle…

Tüm muhalefet partileri, sürekli yoksulluktan bahsediyor, iktidarı bununla sıkıştırmaya çalışıyorlar. İktidar cenahından bile, bedeli disipline sevk olsa da; “Zamlar bu milletin belini büküyor” diyenler var.

Medya tek domates, tek salatalık üstüne fiyat etiketleri yapıştırarak yoksulluğu fotoğraflıyor. İktidar medyası dışındaki manşetlerde hep yoksulluk var.

İşte BirGün’ün dünkü manşeti: “Din, Diyanet Doyurmuyor.” “Milyonlar aç” yani!

Nisan’ın ilk gününden beri attığımız manşetlere bakın; “Yatağa aç giriyorlar” (7 Nisan), “Borç gırtlakta icralar kapıda” (6 Nisan), “Böylesi görülmedi” (5 Nisan, enflasyon haberi), “Yoksul çocuklar bitkin ve zayıf” (4 Nisan), “Bu ne ‘hal’dir” (3 Nisan, sebzede, ette, ekmekte, peynirde aşırı fiyatlar), “Aynaya bakınca ne hissediyorlar” (2 Nisan- Halk çocuğuna meyve alamazken çifte maaş alanlar) ve “Kendini sansürledi” (1 Nisan, Erdoğan’ın şeker zammı sözleri)

Televizyonda, bir emekli teyze, üstümdeki giysileri gösterip “Hepsini biri verdi. Kendime daha yeni bir çorap bile alamadım” diyor. Demek insanların ikinci el giysilere ihtiyacı var!

Gerçekten mi, ya? Ciddi miyiz? İnanıyor muyuz bunlara? İnanıyorsak ne yapıyoruz?

Eğer bu tespitler gerçekse ve siyasi özneler söylediklerine cidden inanıyorsa, siyasal mücadelenin merkezinde de bunun olması gerekmez mi? Siyasal mücadele yoksulluğu önceleyen yöntemlerle ilerlemezse kitlelerle bütünleşmek, toplumsallaşmak mümkün olabilir mi?

Peki, ama yoksulluğu merkezine alan nasıl bir mücadele? Salt yoksulları “gören”, yoksulları “anlatan”, yoksulluğu “protesto eden” bir siyaset tarzı işe yarar mı?

Occupy Wall Street, yoksulluğun ve eşitsizliklerin gündeme getirilip tartıştırılmasında olağanüstü bir rol oynadı. Ama Utahlı bir yoksulun, ona bakarak yaptığı şu değerlendirme öğretici: “Bana kafası karışmış, hoşnutsuz bir grup genç gibi görünüyorlardı. İlericiler kendi dillerini anlarlar … Ulusal televizyonda kendisine Ketçap adını veren bir kadının dans eder gibi ellerini salladığını gördüm ve bu hareketin bana ve halkıma göre olmadığını anladım.

Asya’dan Afrika’ya, zengin Avrupa’dan yoksul Latin Amerika’ya kadar pek çok yerde yoksullukla mücadele eden toplumsal hareketler oldu, var. Bunlardan kimileri “bir iyilik hareketi” olarak kalır, kimileri zamanla sönümlenirken, kimileri başarılı siyasal partilere dönüştüler. Hindistan’da Kerala Komünist Partisi, Bolivya’da Movimiento al Socialismo iktidar olabilmiş bu tür örnekler.

Türkiye’de de birkaç yıl sürüp sönümlenen sivil kolektif inisiyatifler oldu. Siyasetten ve siyasal bir özneye yaklaşmaktan uzak inisiyatifler… Oysa, yoksullukla mücadele her şeyden önce “siyasal” olmalı.

Ancak, siyasal öznelerin bu mücadelede başarılı olabilmesi yoksullarla iç içe olmaktan, onları “gören” değil onlarla “görüşen” bir ilişkiden, bu ilişki içinde yoksulluğa pratik çözümler geliştirebilmekten ve yoksulları “dilenen nesneler” olmaktan çıkarıp “talep eden siyasal özneler”e dönüştürebilmekten geçiyor.

Kolektif tüketim”, “ortak mutfaklar”, “boş arazileri ekmek”, “kullanılmayan giysilerin toplanıp dağıtılması” vb. dünyadan örnekler…

Biz, birlikte yaşadığımız yoksulların, iliklerimize kadar hissettiğimiz sorunlarına, birlikte kendimize özgü pratik çözümler üreten siyasal özneler olamazsak, onların iktidarın “sadaka ağları”na takılmalarına da engel olamayacağız!