Sonsuz evrende biz insanlar minicik bir noktanın üstünde yaşıyoruz; evrendeki minicik varlığımıza aldırmadan her gün biraz daha kirlettiğimiz, karmaşık hale getirdiğimiz dünyamızı uçurumun kıyısına getirmeyi başardık.

Zamanın hızına yetişebilmek

Siyasette biliyoruz oyun çoktur. Şimdilerde, algı yöntemiyle çaresizliğimize, daha baştan kaybettiğimize bizi inandırmak ağır basıyor. Cüretkâr eylemleriyle ayakta kalmaya çalışıyorlar aslında. AYM’nin kararlarını, yetkilerini tartışma konusu yaparak yasal zemini torpillemek, ülkeyi iyice daralttıkları meşruiyet hücresine kapatmak niyetindeler. Biz gerçeği ararken, onu zorlar, değiştirmeye çalışıp çabalarken, gerçekte yokuş aşağı giden, uzatmaları oynadıklarının farkına varanlar içtikleri su ayrı gitmeyen dostları ile ağız birliği halinde, “sizi çoktan çizdik, ne yapsanız boşuna, kazansanız da kaybettiniz” diye üst perdeden konuşuyor, kelime oyunlarıyla Milli Eğitim’i tarikatlara havale ediyorlar. Eleştiriye ise gözleri kör kulakları sağırdır. 

Hayatın tadından tuzundan, değişimin yasalarından haberi yok onların: Birincisi, gerçek değiştirilmek içindir; ikincisi, zamanın ruhuna teslim olanlar gerçeği değiştiremezler; üçüncüsü, bir şekilde zirveye çıkmış olanların düşüşünün beklenenden daha hızlı olacağını anlatır. Hurafenin kendini yenileme potansiyeline sahip modernite ile baş edemeyeceğini, uzun erimde yenileceklerini kabul edemiyorlar. İbn-i Haldun’un Mukaddime’sini okusalar nedenleri ve sonuçları bilirlerdi. Bu kadim kurala kulaklarını tıkayanlar değişimin anlamından öylesine uzaktırlar ki zorbalıkla insanları, halkı, kitleleri korkutabileceklerine inanır, içi boş özgüvenlerinin insanları sinirlendirdiğini hiç hesaba katmazlar. Oysa insanlar sinirlenirler. Haklarının ellerinden alınmasına sinirlenirler; başkalarının kendilerinin yerine karar vermesine, özgürlüklerinin ellerinden alınmasına sinirlenirler. “En iyisini devletimiz bilir, devlet de zaten biziz” lafına sinirlenirler. Üç kuruş için neyi muhafaza edeceğini bilemeden köşe başını tutmuş trollere, onları piyasaya sürenlere sinirlenirler. Halkla alay edercesine demokrasi kırıntılarını bir bir yok ederken, “yeni” ve “özgürlükçü” bir anayasa hazırladıklarını söyleyenler “iktidarda kalabilmek için ne gerekiyorsa onu yaparız” hevesindeler. Ama yine de işleri zor; bu kez muhalefet, daracık sokaklarda kalmayacağını, iktidarların meydanları sürgit halka kapatamayacağını, bir tarih bilgisi olarak öğrenebilir, iktidar partisinin “devlet dersinden” sıfır almasını sağlayabilir. 

Jüristokrasi sahaya çıkıyor 

Böyle bir olasılık var mı? Gerçeği öğrenmek, değiştirmek için, işin içinde olmak gerekir. Zamanımızın kayyımlara teslim akademisi “yapay zekânın” yapaylıktan sürekli değişen gerçekliğe doğru ilerlediğini kavrayamıyor; bunun, insanın pratik içinde kendisini hep yeniden gerçekleştirmesi ile ilgili olduğunu anlayamıyor; “seküler hilafet” türünden ilkel oksimoron tezlerle zemin yokluyor. Böylece algıyla gerçeğin yolunu tıkayabilmeyi umuyor. Post-truth, bilinç kayması sahtekârlığıdır. Hastalıklı ruhların kutsanmasıdır. Kirli politikanın sırıtkan yüzüdür. Gerçek ise, sürekli değişen karakteri, karmaşık, dolayımlı ve yalın diyalektiği ile “ne varsa algıda var, değiştir kazanırsın”, “bin kere söyle inanacaklar” diyen Goebbels mukallitlerini sığ dünyalarında yapayalnız bırakır. O zaman ne olur biliyor musunuz? Hayal kırıklığı yaşayacaklarını anlamaya başlar, büyük olasılıkla çılgınlaşır, ellerindeki bütün malzemeyi masaya yatırırlar. Hukuk günü birlik ve gereksinimlere göre oynanan bir oyuna dönüşür. Mahkemeler arasında çatışmalar bir yandan eleştiriye kapalı elverişli bir “hukuk” yaratır, AYM’yi jüristokrat olmakla suçlarken, öte yandan otoriteye bağlı jüristokrasinin, her türden gelişmenin önünü tıkayacak egemenliği yasamanın önüne geçer. Otorite dışında başka karar merkezlerinin varlığına tahammül azalır. Biz de öğrendik öğreniyoruz. Birlikte olmanın zorunluluğunu, değişimin erdemini, halka dokununca dokunulacağımızı, değiştirince değiştirileceğimizi, etkileyince etkileneceğimizi, aşkın gücünü, nesnelliğin yalnızca yeri geldiğinde verimli ya da çorak bir zemin olacağını, hayata yakışır yaşamanın hiç ama hiç kolay olmadığını keşfettik sonunda... öyle değil mi? 

Öyledir ve şu sınırları insanlara göçmenlere kapatan, sermayeye ardına kadar açan küreselleşme yani emperyalizmin yeni varoluş tarzı tezlerimizi gözden geçirmemizi, emperyalizmin yeni biçimi, tarzı konusunda çalışmamız gerekmiyor mu. Hiç kuşku yok, gerekiyor. Üstelik artık bir umut olarak uzunca bir süre var olabilmiş sosyalist ülkeler de yok. Ayrıca emperyalist devletlerle ulus-devletler arasındaki ilişki, çoktandır büyük tekeller, karteller üzerinden yürüyor. Emperyalist devlet, o güçlü kuruluşların çıkarlarını korumanın silahlı, külahlı aracıdır. Uçak gemileri, filoları, sesten hızlı uçaklarıyla dört dönüyor uzak coğrafyalarda. Artık tarih irili ufaklı yerel, bölgesel savaşlarla, vesayet pazarlıklarıyla, yeni yol ve yöntemlerle yazılıyor. Böylece tarih, hem can veriyor ulus-devletlere, hem de anlamsızlaştırıyor onları. Öyle değil mi?  

  

Ulus-devletlere ne oldu? 

Öyledir, ama yine de ulus-devleti yabana atmak doğru olmaz. O ulus-devlet ki, kimi zaman maceranın göbeğine bodoslamadan dalabilecek kadar “cesur”, emperyalist devletlerle aşık atabilecek, sonuçlardan pay almayı talep edecek kadar atak olabilir. Ya da, “ne yapacaksan benimle yapacaksın” diyecek kadar pazarlıkta iddialıdır. Kimi zaman da sıkı antiemperyalist olarak çıkar piyasaya; kendi halklarını bu yolla kandırmayı deneyebilir.  

Öyledir, ama biz de emperyalistlere kafa tutmanın haklı, başarı şansı olan tek bir türünün, vatanı işgalcilere karşı savunma hali olduğunu söyler, gerisinin gereksiz olduğunu iddia edersek haklı olmaz mıyız? Evet, gerçek budur, yurdu korumaya odaklanmaktır, onu süreklilik içinde var edebilmenin yolu ise sosyalizmdir; anahtar da paspasın altında değil, emperyalizme, sermaye düzenine karşı dik duruştadır. Burjuvanın ulusun temsilcisi olduğu zamanlar da geçip gitti işte, içeride dışarıda sermaye ile hesaplaşmadan, ulus-devlet olunamıyor artık... Öyle midir?  

Öyledir, emperyalistlerle aramızdaki kim bilir ne zaman, nasıl, hangi, utanmazlıkla işlenmiş günahla, –Kore mi, NATO mu, kim bilir– göbek bağını kesmeden ne gururlu ulus-devlet, ne de emperyalistlere kafa tutabilecek herhangi bir devlet olunabiliyor. Devrini tamamlamış eski model ulus-devleti, yurtseverlerin sosyalist devletine dönüştüreceksek eğer, amacı kendisi olan tartışmayı bir an önce bir kenara bırakmak gerekecektir. Dünyanın düşüncede, entelektüel varlıkta zengin, yaşam koşullarında yoksul sınıflarının değiştirmeleri gereken gerçek budur. Evet, derelerin nehre ulaşması, nehirlerin taşması, susuz toprakların sulanması… Evet, bize gereken tam da budur. 

Öyleyse bilmekte büyük yarar var; sonsuz evrende biz insanlar minicik bir noktanın üstünde yaşıyoruz; evrendeki minicik varlığımıza aldırmadan her gün biraz daha kirlettiğimiz, karmaşık hale getirdiğimiz dünyamızı uçurumun kıyısına getirmeyi başardık. Kurtarabilecek ya da daha doğrusu kurtulabilecek miyiz? Zamanın hızı bizim eylemimizin hızına göre değişmez. Bize yavaş ya da hızlı görünmesinin nedeni bizim seçimimizdir.  

Ama öyle zamanlar olur ki, çok bilinmeyeli bir denklemi karatahtaya hızla yazabilmek ve paydos zili çalmadan sınıfı, okulu, hayatı belirleyebilmek gerekir…