Ardı ardına yaşanan ve bir türlü önü alınamayan saldırılar, son olarak başkentte Rus Büyükelçisi’nin de bir çevik kuvvet polisi tarafından öldürülmesi noktasına varınca; memleketimizle ilgili dışarıda yapılan değerlendirmelerin bir noktada toplanıp keskinleşmesine yol açtı: Türkiye alabildiğine istikrarsız; kendi içinde vatandaşlarını, güvenlik kuvvetlerini, hatta titizlikle korumakla yükümlü olduğu yabancı ülke temsilcilerini koruyamayan, dış politikada da ilan ettiği hedeflerine ulaşamayıp onlardan vazgeçmek zorunda kalan zayıf / güçsüz bir devlet.

İç kamuoyuna yönelik yüksek perdeden atılan nutuklara ve sertleşen, otoriterleşen yönetime karşın, ne yazık ki dışarıda pekişen Türkiye algısı bu.

Dün Independent’ın Ortadoğu uzmanı yazarı Patrick Cockburn, Büyükelçi Karlov’un katli üzerine yazdığı değerlendirmeyi şu cümleyle bitirmişti: “Sayın Erdoğan otoriter yönetimini yaygınlaştırıyor, ama hem içeride hem de dışarıda ağırlaşan krizlerle baş edebilmekten uzak zayıflayan bir devleti yönetiyor.

Cockburn’ün bu son cümlesi dışarıdan Türkiye’ye bakanların neredeyse tümünün ortak değerlendirmesine dönüştü. AKP, iktidara geldiğinde ve kendisini de güçlü hissetmezken devraldığı Türkiye devleti algısını, 14 yıllık iktidarı süresince ve güçten sarhoş olduğu şu zamanlarda bu noktaya getirdi.

Ankara’da Büyükelçi Karlov’un katlinden bir gün sonra Moskova’da toplanan Türkiye, İran ve Rusya dışişleri bakanlarının vardıkları anlaşma; üç ülkeye Suriye’de ateşkesi genele yaymaya çalışmak ve bunun için garantör olmak görevini yükledi. Parçası olduğu bir anlaşmada, Esad’ın iktidardan uzaklaştırılması gibi bir talebin hiç ağza alınmaması, Türkiye’nin bugüne kadarki Suriye politikasından tümden vazgeçtiğinin de resmiydi.

O anlaşma ile Türkiye, Rusya ve İran ile aynı “koalisyon”da yer alarak, düne kadar yanında/içinde yer aldığı “ABD-Batı koalisyonu”ndan çıkıp tam karşıdaki Rusya-İran-Esad koalisyonuna dâhil olmuş oldu!

Büyükelçisinin öldürülmesinden sonra Rusya’dan gelen tüm talepleri kabul eden bir Türkiye var ve bundan böyle Suriye’de de Rusya çizgisine daha fazla yaklaşacak.

Cinayetin arkasında kimler olduğunu bilmek isteyen” ve “Bunun cezasız kalmasına izin vermeyeceğini” ilan eden Rusya, işin arkasını araştırmayı da Türkiye’ye bırakmayıp kendi üstlendi. Erdoğan’ın olayın hemen ardından aradığı Putin’in isteklerini kabul etmesi, sadece “iyi ilişkilerle” açıklanacak bir şey değil; dün Murat Yetkin’in de yazdığı gibi “Egemenlik haklarından kısmen feragat etmek” gibi de görülebilir.

Türkiye cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan Esad’ın devrilmesi çağrısını yapan ilk liderdi. İsyancı grupların ana destekçisiydi ve yıllarca IŞİD dâhil militanların sınırdan Suriye’ye geçmesine izin verdi. Şimdi, Esad kazanırken ve öngörülebilir gelecekte de Suriye’nin bölgelerini kontrol edecek gibiyken, Erdoğan Kürt grupların sınır boyunda çok fazla bölge kazanmamasına odaklandı. … Rusya izin verirse Suriye’deki Kürtleri, Türkiye’de yaptığı gibi, daha fazla düşman kazanmaya ve istikrarsızlığa yol açarak, acımasızca bombalayabilir.

Dünkü New York Times’ın editoryal analizinde bunlar söyleniyor ve Erdoğan’ın demokrasiden keskin bir dönüşle uzaklaşarak çok fazla ortak nokta bulduğu Putin gibi güçlü bir adama yaklaştığı, Türkiye’nin NATO’dan ayrılmasının da Putin’i pek mutlu edeceği yazılıyordu. ABD gazetesinin, “Türkiye’yi bir müttefik olarak kaybetmek, Suriye savaşının yol açtığı bir başka felaket olacak” saptamasıyla biten analizi de, Türkiye’nin Suriye’de bir bloktan bir başka bloka geçişinin ve Rusya’ya yaklaşmasının olası sonuçlarının Washington’da yol açtığı kaygıya işaret ediyor.

Son zamanlarda 15 Temmuz vurgusu yapıp her olayı FETÖ’ye bağlayarak “açıklamak”(!) – ki bunu ilk bilen de genellikle Melih Gökçek oluyor – bizim televizyon yorumcularının çoğuna büyük rahatlık sağlasa da, dışardan bakıldığında bir tür “açıklayamama” ve “devletin zayıflığı” hali olarak görülüyor.

Yazık değil mi bu ülkeye!