Zamlar yağarken, insanlar ihtiyaçlarını ve kendilerine haz veren şeyleri nasıl azaltacaklar ya da vazgeçecekler? Yasak toplumlarında bu daha kolaydı; toplumsal bilinç ya da görev gereği kişiler, özel zevklerinden daha yüksek amaçlar uğruna fedakârlık yapabiliyorlardı. Ama geç kapitalizm, yasak toplumlarından eğlenmenin ve zevkin emredildiği tüketim toplumuna geçişi sağladığından bu yana işler karışık. Todd McGowan’ın ‘The End of Dissatisfaction?’ kitabında yazdığı gibi, medyadan, reklamlardan, hatta kendi arkadaşlarımızdan, her taraftan bize yapılan çağrı, eğlen ve zevk al. Kapitalizmin çalışmayı, başarıyı ve kariyeri yücelten şiarının yerini, geç kapitalizmde eğlenmenin ve zevkin yüceltilmesi aldı. Şimdi toplumda dengeleyici unsur bu.

Hatırlıyorum da, çocukluğum babamın da etkisiyle azla yetinmenin, evde hiçbir koşulda gereksiz yere elektrik tüketilmemesinin, bayatlayan ekmeğin bile kullanılmasının yüceltildiği bir ortamda geçmişti. Tahta çamaşır mandalları kurşun askerlerim olurdu, bir tel bulduk mu onu arabaya dönüştürürdük, kozalaktan topaç yapardık. Babam köy öğretmen okulundan edindiği bu tutumluluk kültürünü ölene kadar sürdürmüştü. Örneğin güneş kremi yerine zeytin yağıyla yaptığı özel bir karışımı kullanırdı. Eskiden köyde zenginin de fakirin de aynı şeyi yediğini söylerdi, biri etli bulgur pilavı yiyorsa diğeri sade bulgur pilavı yerdi, şimdiki gibi değildi uçurum. 

Geç kapitalizmin küreselleşmesiyle birlikte çileci biriktirme ahlakının emredilen zevkle yer değiştirmesi, uygarlık krizinin de nedeni gibi gözüküyor. Artık haz ertelenemez, kredi taksidi ertelenir, şimdi al üç ay sonra öde! Lacan, bu zevk al emrini, bir içecek reklamının sloganıyla somutlaştırır: “… Keyfini Çıkarın!” Haydi, bir görev olarak herkes tatile! Zevk almanın süperegonun bir komutu haline nasıl gelebildiğini ele alır. Yannis Stavrakakis, ‘The Lacanian Left’ adlı kitabında, “keyif al!” komutunu ilk fark edenin Lacan olduğunu yazmıştı. Bu öyle bir komuttu ki, teşvik ettiği tüketimcilikle bireysel olarak fırsatlarımızı, tercihlerimizi, deneyimlerimizi genişletiyor gibi görünse de, aslında tam tersi bizi önceden belirlenmiş davranış kalıplarına yönlendiriyor ve sınırlandırıyordu. Lacan gibi Baudrillard da bunu önceden görebilmiş, reklamcılık söylemiyle dayatılan bu ‘Arzu’nun, kusursuz ‘Öteki’nin arzu’su olduğunu ve “satın alma zorunluluğu”nun bu sayede ahlaki bir göreve dönüştüğünü iddia etmişti. 

Kişisel kimliğin tüketim yoluyla keşfedilmesinin bir görev haline gelmiş olması, bugün yaşanan pek çok psikolojik sorunun da kaynağını oluşturuyor. Eğer o tüketim nesnelerine ulaşamaz, her zaman gittiğimiz tatil yerinde tatil yapamazsak, derin bir değersizlik ve anlamsızlık duygusuyla baş başa kalabiliriz. 

***

Ama şunu biliyoruz ki, hazzın idaresi ve arzunun yapılanması, her zaman sosyal bağlarla mümkün hale gelmiştir. Ve her toplum, hazzın doluluğunun, yani tatminin imkânsızlığıyla bir şekilde baş etmek zorunda. Bu travmayla, yani tatminsizlikle baş etmek için çeşitli fanteziler dolaşıma sokulur. Emredilen zevkten tekrar geleneksel toplumların yasakçı tutumuna geçilir mi bilinmez, ama her iki yaklaşım da sosyal bağı tesis etmek ve otoriteyi meşrulaştırmak için kullanılan stratejiler olarak karşımıza çıkıyor. Sadece bu ülkenin değil, dünyanın da temel sorunu sosyal bağlardaki bu çözülme ve toplumsal fantezilerin işlevsizleşmesi. Ama bu ‘zevk al’ emrinin gelişmiş, çok daha incelikli ve karşı koyulması zor yapısından dolayı, geri dönülmesi çok zor görünüyor. Bu da bitmeyen krizlerin kökenini oluşturacak gibi görünüyor. Fransa’da ya da ABD’deki isyanlarda marketlerin yağmalanmasında ahlaki bir yanlışlık görmüyordu eylemciler, zevk al emrini dayatılan kalıpların dışına çıkarak uyguluyorlardı sadece. Ama Stavrakakis‘in Ballard’ın bir romanına atıfta bulunarak belirttiği gibi, bütün bu protestolar ‘kısa devre’ yaparak sonuçlanıyordu, çünkü süperegonun verdiği komutlar sınırlıydı, yeni bir ahlakın yerleşmesi için başka şeylere ihtiyaç vardı. Haftaya burdan devam…