Vivarium çatır çatır!

Öğretmen genç kız ve bahçıvan sevgilisi, Martin adlı emlakçının peşine takılıp Yonder (Orası) adlı yeni banliyö mahallesine doğru ilerler. Hepsi birbirinin aynısı olan bahçeli evlerden birini, dokuz numaralı evi gezerler. Ora’da sokaklar, evler, hatta evlerin içi tıpatıp aynıdır. Martin’in de söylediği gibi bunlar, arasında anılar yaratılmasına elverişli duvarlardır.

Gemma ve Tom evi gezerken emlakçı Martin’in ortadan kaybolduğunu fark edince arabaya binip şehre dönmek üzere yola çıkarlar ama ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar bu düzenli banliyöden çıkış yolunu bulamazlar. Benzinleri bittiğinde gece olmuştur ve yine dokuz numaranın önündedirler. Geceyi mecburen o evde geçirirler. Sabah uyanınca bu sefer yürüyerek Ora’dan çıkmaya çalışırlar. Yüzlerce ev ve sokaktan geçen Gemma ve Tom, güneş batarken kendilerini yine dokuz numaranın bahçesinde bulurlar. O gece evi yakarlar, ertesi sabah hiç yangın olmamış gibi ev yine karşılarındadır. Evin önüne bir koli içinde bırakılmış bir bebek bulurlar. Kolide “Çocuğu büyütün, serbest kalın” yazmaktadır.

Bundan sonra Gemma ve Tom, yaşamlarının sonuna dek bu ‘nezih’ semtteki güzel evde yaşayıp çocuk büyütecektir. Yaşamları pahasına yetiştirmek zorunda oldukları çocuk, büyüyünce şehirdeki emlak ofisinde Martin’in yerine geçer, Ora’ya hapsedilecek yeni çiftleri beklemeye başlar.

Filmekimi 2019’da gösterilen distopya Vivarium’un öyküsü böyle gelişiyor. Hikâyenin ilerleyişinden de anlaşılabileceği gibi, Vivarium aslında modern kapitalist dünyanın bir metaforu. Zaten ‘vivarium’ kavramı da ‘akvaryum’ gibi bir kontrollü yaşam alanını işaret ediyor. Dünyanın verili vivarium sisteminde insanlar evlenir, çok çalışıp ev sahibi olur, çocuk doğurup büyütür ve bu çocuklarla sistemin sürekliliğini garanti altına aldıktan -büyütmek, evlendirmek, mülk sahibi olmak için çok çalışacağı bir iş sahibi olmasını sağlamak vs.- sonra ölür.

İnsanları cazip ‘vivarium’lara hapseden, kitle kültürü endüstrisinde ürettiği hikâyelerle kölelik çarkını ‘olması gereken’miş gibi sunan bu sömürü mekanizması, her türlü ideolojik aygıtı kullanarak kendi meşruluğunu sürekli yeniden üretir. Aile ve okul gibi kurumlar artık insani ilerlemenin araçları değil, gündelik hayatın torna tezgâhlarıdır.

vivarium-catir-catir-808153-1.

Distopyaları bu yüzden seviyorum; bugün yaptıklarımız ve yapmadıklarımızla varoluşumuzun içinde büyüttüğümüz çekirdeğin nelere yol açtığını, gelecekte neye evrilebileceğini sert bir şekilde yüzümüze vuruyorlar.

Covid-19 günlerinde bu distopyalar daha da anlamlı tartışma dinamolarına dönüşüyor. Örneğin karantina toplumunda hızla yükselen açık ve gizli işsizliğin Vivarium’un görünmez duvarlarına çarptıkça çıkardığı çatırtıyı duymak mümkün artık. İnsanların kaybetme korkusuyla sıkı sıkıya sarıldığı metaların yabancılaştırıcı doğası geçen yüzyılda olduğundan daha fazla belirginleşti. Orası artık burası...

Hele o kırılganlık hissi! Korona bize sadece kendi kırılganlığımızı göstermekle kalmıyor, üretim-tüketim-yeniden üretim-sürekli tüketim döngüsündeki ‘büyük makine’nin insan denen bu minnacık dişlilere dehşetli bağımlılığını da gösteriyor.

Korona süreci biter mi, ne zaman biter, o gün dünya nasıl ve ne kadar değişmiş olur, bilemiyoruz. Zaten gerekli de değil; her distopyanın içinde çatırtılı bir ütopik moment barındırdığını bilmek yeterli.