‘Gizli oda’ ya da ‘yasak oda’, korku filmlerinde sıkça karşılaştığımız bir unsur. Aslında insanlığın kültür tarihi, bugün bir anlatıda karşımıza böyle bir oda çıktığında, bunun bilinçdışıyla bağlantısı hakkında konuşabilmemizi sağlayan çok sayıda oda anlatısıyla dolu. 1001 Gece Masalları’ndan Fransız halk hikâyelerine kadar pek çok yerde, girilmesi yasak olan o odayla karşılaşırız. Örneğin sarayın tüm odalarına girebilirsiniz ama o kırkıncı odaya girmeniz kesin bir emirle yasaklanmıştır. Ya da, dile getirilmiş bir yasak yokken bile, elinizdeki anahtarlarla tüm odaları açabileceğinizi düşünürken açamadığınız bir odayla karşılaşırsınız. George Frazer’ın Altın Dal’da tespit ettiği haliyle bazı toplumlarda bekâret sembolü olan bu oda, başta bastırılmış arzular olmak üzere, ‘geri dönüş’ü epey zorlu ve kimi zaman şiddetli olabilen sırların mekânıdır. Bu yüzden anahtarı yoktur, belki girişine duvar örülmüştür, ya da kapısı duvar kağıdıyla kaplanmıştır, veya önüne kocaman bir dolap (bir diğer gizli oda, ama buna giriş izniniz var) yerleştirilmiştir vs.

***

Bu odaların çarpıcı örneklerinden biriyle 2019 yapımı The Room/Oda adlı filmde karşılaşıyoruz: Düşük nedeniyle çocuk yapamayan genç bir çift, taşrada uygun fiyatlı bir eve taşınır. Kate çevirmen, Matt ise ressamdır. Film boyunca çiftin entelektüel kişiliklerine dair hiçbir göstergeyle karşılaşmayız, çünkü gizli oda karşısında gösterecekleri tepkiler epey ilkeldir.

Matt’in evi restore ederken tesadüfen bulduğu, üstüne duvar örülmüş bir kapının ardındaki oda, içeride bulunan kişinin tüm isteklerini yerine getirmektedir. Kate ve Matt, başlangıçta çılgınlar gibi eğlenmelerini sağlayan isteklerde bulunurlar. Sonra bir gün Kate, odadan kucağında bir bebekle çıkar. Matt Kate’in bebeği geri göndermesini ister, çünkü odadan hep ‘şeyler’ (değişim değeri olan metalar) istemişlerdir ve bebeğin bir ‘şey’ olması düşüncesinden rahatsızlık duymaktadır. Bebeğin ağlamaları yüzünden onu geri göndermekten vazgeçer, Shane adını vererek anne-babalık yapmaya başlarlar.

Bu arada Matt, bir gün benzinlikte ödeme yapmaya çalışırken, odanın gerçeğe dönüştürdüğü şeylerin sadece o evde var olabildiğini, evden çıkınca aşırı hızlı bir zaman akışıyla toza dönüştüğünü öğrenir. Bu, şey-bebek için de geçerlidir; kucağında bebekle bahçeye çıkan Kate, bir dakika sonra eve kucağında 6-7 yaşlarında bir çocukla girer. Odanın ürettiği şeylerin ev dışındaki zamanla uyumlu yaşayabilmesi için, onun gerçekleşmesini dileyen kişinin ölmesi gereklidir.

Bundan sonra çarpıcı bir Ödipus Kompleksi gelişmesi ve ‘evlat katli’ gibi mitolojiden beslenen unsurlarla ilerleyen filmin en güçlü anlarından biri, ev-dışı dünyanın kendisine uygun olmadığını öğrenen çocuğun odanın içinde bir dünya yarattığı sahnedir. Oda’nın içinde koca bir dünya; evin birebir kopyası, ve yine oda… Ama bu sefer her şey Shane’in istediği gibidir, oda sayesinde kendi ideal dünyasını yaratmıştır.

The Room/Oda’yı şundan dolayı anlattım: Bu film yüzünden, son bir yıldır ‘saray’ ve ‘oda’ sözcüklerini her duyuşumda, ama özellikle ‘1100 odalı saray’ tanımıyla her karşılaşmamda aklıma aynı şeyler geliyor: Odalardan birinde kendi ideal dünyasını yaratan, bu ideal dünyanın dış dünyadaki gerçeklikle örtüşme oranının sıfıra yakın olduğunu fark etmeyen -ya da fark ettiğini belli etmeyen- saray kişisi…

***

Bu, geçen haftaya kadar metaforik bir benzetmeydi. Temel Karamollaoğlu’nun RTE’yi ‘saray’da ziyaretinden sonra yaptığı açıklamalar, özellikle şu cümleler, işin boyutunu dehşetengiz biçimde değiştirdi: “Sayın Cumhurbaşkanı, ekonomik yönden de dış politikadaki gelişmeler yönünden de her şeyin dört dörtlük olduğu kanaatinde. Hiç problem görmüyor kendisi. Ben dedim ki, ‘Size gelen bilgilerde en azından yanlışlıklar, farklılıklar olabilir.’ O aynı kanaatte değil.”

Saray ahalisinin tek derdi, yüzde 50+1 oy alanın kazanacak olmasıymış, yani ‘oda’dan çıkmak zorunda kalma olasılığı…

Düşünsenize, 1100 oda… Bunlar arasında ve bunların dışındaki gizli odalarda kurulup bizim dünyamıza dayatılan gerçekdışı dünyalar… Bastırılmış onca iktidar arzusu... Düşüncesi bile korkunç!