Deniz kenarında bir koltukta oturmuş, kollarını sanki hayatı kucaklar gibi iki yana açmış, güler yüzlü bir genç kadın. Bir kitap kapağı, bu kapakta henüz kitap kahramanı olarak da insan olarak da tanımadığım Elif Daldeniz Baysan’ın fotoğrafı var. Yukarıda tarif etmeye çalıştığım fotoğraf. Elif bilim insanı, başarılı akademisyen, çeviribilime önemli katkılarda bulunmuş biri. Çeviri Derneği kurucu […]

Adaevi’nin ahalisi

Deniz kenarında bir koltukta oturmuş, kollarını sanki hayatı kucaklar gibi iki yana açmış, güler yüzlü bir genç kadın. Bir kitap kapağı, bu kapakta henüz kitap kahramanı olarak da insan olarak da tanımadığım Elif Daldeniz Baysan’ın fotoğrafı var. Yukarıda tarif etmeye çalıştığım fotoğraf. Elif bilim insanı, başarılı akademisyen, çeviribilime önemli katkılarda bulunmuş biri. Çeviri Derneği kurucu üyesi, ÇEVBİR üyesi… Ve anne. Deniz’in annesi ama ben henüz, resmi dışında, onu tanımıyorum.

Ama ‘Denize Yazıldı’nın yazarı Ayşe Sarısayın’ı tanıyorum. 2014’te tanışmıştık. Akademi Kitabevi Hadi Olca’nın ardından gene kurulmuş, yirmi yıl sonra yeniden ödül verme kararı alınmıştı. Ayşe’nin çalışkanlığı, disiplini, özenine de ilk kez orada tanık oldum. Alman eğitimi gördüğünü düşündüm, sahiden öyleymiş. Sonradan onun bu hasletlerinin bir tek bununla öyle kolaycacık açıklanmayacağını da, isteksizce kabul etmiştim. Açıklanmıyormuş sahiden.

Talat Sait Halman jürisi üyesi sevgili dostumuz Ahmet Cemal’in vefatından sonra, jüriye Almancacı olarak Ayşe Sarısayın seçildi. İkinci kez orada karşılaştık. Ama ben bu arada, onun Behçet Necatigil’in küçük kızı olduğunu öğrenmiş, bazı kitaplarını okuyarak hem biyografi yazmadaki yetkinliğine, hem de edebi üslubuna, hem de duyarlılığına hayran kalmıştım. Denize Yazıldı’da da, bunların ikisini, öznel olanla nesnel olanı başarıyla bir araya getiriyor. Jüri arkadaşımız, çeviri dili Fransızca olan Yiğit Bener ise, aynı zamanda altı büyük, üç çocukla Heybeli’de kurdukları masal dünyasının, masal evinin sakinlerinden. Meraklı, zeki Deniz’e, “bizlerin “Bay Ukala”sı” diyor. O da Deniz’in ‘Beter Amcası.’ Jürimizin geçen yıl ödül almış bir başka edebiyatçısı: Kitabı Öteki Düşler ile Yunus Nadi Ödülü’nü almıştı. Babası Erhan Bener ile amcası Vüs’at O. Bener’in de aldıkları bir ödülü.

Elif Daldeniz Baysan, henüz tanımadığımız kahramanımız, 1970’te doğmuş, 2012’de bu dünyadan ayrılmış, 42 yaşındayken. Kısacık bir ömür. Ayşe Sarısayın, Denize Yazıldı’da onun hayat hikâyesinin izini özenle ve her boyutuyla sürüyor. Ancak bu biyografinin yazılışını ilk gününden alırsak, niyesinin-nedeninin çok üzücü olduğunu da görüyoruz. 2012’nin 15 Eylül’ünde Elif Daldeniz vefat ettiğinde, Deniz henüz 7 yaşında. Bostancı’dan Heybeli’ye bir motorla cenaze törenine giderken Elif’in can yoldaşı, hayat arkadaşı Serhat, Ayşe’ye birden Elif’i yazıp yazmayacağını soruyor. Serhat Baysan, “Deniz çok küçük” diyor, “Annesini hatırlamayacak büyüdüğünde. Deniz için Elif’i yazar mısın?”

Peki, niye başka birine değil de Ayşe’ye? Niye onun gibi aileden edebiyatçı olan Yiğit Bener’e değil, mesela? Ayşe o sıralarda bile çok iyi bir biyografi yazarı da ondan. Babasına ilişkin hatıraların yer aldığı Çok Şey Yarım Hâlâ (2001, YKY) ile Erdal Öz Unutulmaz Bir Atlı (2009, Can Yayınları) adlı kitapları ile bunu zaten kanıtlamış. Ama hiç düşünmeden ne kadar zor bir işi üstlenmeyi kabul ettiğinin de farkında. Gene de olan olmuş, söz verilmiş. Serhat bir mektupta “Lütfen yaz” diyor, “ne zaman olursa o zaman kabulüm. Ellerine, ruhuna sağlık.”

“Ne yazacaktım: biyografi, roman, anlatı, biyografik bir roman, anı, hangisi? Elif’i beş yıldır tanıyordum, geçmişine ilişkin bilgilerim sınırlıydı. Daha da önemlisi, böylesine derin bir yarayla, kendi yaramı geçtim, diğerlerinin yaralarını kanırtmadan nasıl yazacaktım?” Gerçekten de nihayet “oldu” diyebilip kitabı yayınevine teslim ettiğinde, aradan tam 6 yıl geçmiş. Tanıklıklar, anlatılar, hatıralarla dokunmuş çok boyutlu bir kitap. Mükemmel edebi üslubuyla mükemmel bir biyografik roman, anı kitabı, dahası bir armağan kitap. Elif ise kitabın okurları için unutulmaz bir roman kahramanı.

Neler var bu itinayla, dikkatle, sevgiyle yazılan kitapta? Elif Daldeniz Baysan’ın hayat hikâyesi var. Almanya ile Türkiye arasında iki kültürlü, iki dilli, gelgitli yaşayışı, küçük yaştan hayatına giren Almanca’yı Deniz’e de yine küçük yaşta öğretmeye çalışması, bir dilbilimci olarak, bir akademisyen olarak başarı kazanırken, bir yandan da insanlarla ilişkilerindeki sıcaklığı, cana yakınlığı, herkesle iyi anlaşması, iyi geçinmesi. Sarısayın “Bir insan nasıl olur da birbirinden çok farklı kişiliklerdeki bunca insanda aynı etkiyi yaratabilir?” diye soruyor. Elif hakkındaki görüşlerine yer verdiği herkes de aynı hisleri paylaşıyor. Üstelik erkenden veda eden arkadaşı hayata karşı, kansere karşı dimdik durmuş, mücadele etmiş ve kocasından, çocuğundan, işinden hiç vazgeçmemiş… Başlı başına bir mucize!

Aynı zamanda kitabın editörü olan Yiğit Bener önsözünde, “Öte yandan, bu yaşam serüveni aynı zamanda Elif’in dünyanın dört ucundan dostlarıyla geliştirdiği bir tür ‘kan bağı olmayan akrabalık’ ilişkilerini merkezine alan, ‘dostluk olgusu’nu ve ‘seçilmiş aile’ kavramını irdeleyen bir okumaya da kapı aralıyor ve böylece aile kavramının farklı açılımları üzerine düşünmemize olanak veriyor” demiş. Doğrudur, ama bence kitaptaki asıl mucize o masal evi. Elif Daldeniz-Serhat Baysan, Funda-Yiğit Bener, Ayşe-Hüseyin Sarısayın ve çocukları Deniz, Lal, Emrecan‘ın Heybeliada’da yoktan var ettikleri üç katlı harap ev ile orada ortak bir yaşam süren büyük aile. Orası aklıma hep Ayşe Sarısayın’ın Elif’i anlatmasıyla birlikte geliyor. “İnce uzun, zarif. Müzikli, ışıklı, su gibi berrak sesini o akşam fark ediyorum. Tanımlanması güç bir ses tonu var…” Hüseyin Sarısayın onun ortalığı yatıştıran sakin sesinin adaevinde hâlâ duyulduğunu söylüyor. Funda ise Elif’in 2010 sonundaki bir mektubunda nazar değmesin diye kurşun seansı talebine aklını takmış: “Dünyanın kurşununu da dökseydik engelleyebilir miydik bu sonu?”

‘Denize Yazıldı’nın yazarı, gidişinin ardından şöyle tanımlıyor onu: “Elif güllerden beyaz, rüzgârlardan hafif bir poyrazdı bence. Dümdüz değil de, hafif çırpıntılı bir deniz.” Ben ise Adaevi’ni hep ışıklı, pencereleri hep pırıldayan, içi yıldızlı, kahkahalı bir ev olarak düşünüyorum. Oysa Serhat Baysan, evi ilk gördüklerinde 1950’lerde yapılmış, yaklaşık yirmi beş yıldır içinde kimsenin oturmadığı bir bina olduğunu söylüyor. Bu durum, kimilerinin cesaretini kırmış ama, neyse ki Serhat ile Yiğit’in cesareti kırılan türden değil. En başta onların gayreti, Yiğit’in liderliği ve koordinasyonuyla harap evi masal evi yapmışlar. Adaevi ahalisi de içine yerleşmiş.

Elif’in en sevdiği renk, mor. Ayşe adaevindeki eşyalarını, giysilerini boşaltırken almış onun mor bir şalını. Önce “dokunmak ateşe değmekten farksız” olsa da. “Mor bir yemenin de bu kitapla birlikte Deniz’e verilmeyi bekliyor nicedir…” diye yazmış.

Sonra bir hikâyesinden (‘Bir Eksik Mor’: Dünyanın Öyküsü) alıntı yapmış:

“Karar veriyorum: Hemen yarın gidip şallarından birini alıyorum kalan eşyalarının arasından. Mor taşlı takılar takıyorum, süslenip püsleniyorum bir güzel.

Hayata ve ölüme inat, şalın kıvrımlarına bakmamaya kararlı, atıyorum omuzlarıma şalı, Adaevinin en güzel anılarına sarılıp kalabalıklara karışıyorum.”