Anlatmakla bitmez… O filmler, sinemacılar, coşkulu izleyiciler. Ancak her şey aynı değil. Biz gene coşkuluyuz ama o filmler, o sinemacılar yok gibi geliyor bana! Gene de yaşasın İstanbul Film Festivali! Nicesine...

Ayların en güzeli
Fotoğraf: Depo Photos

Nisan’ı niye severiz? Bahar tomurcuklarıyla, çiçekleriyle, güneşiyle geldi diye mi? Yoksa bu güzel havada gönüllü olarak karanlık salonlara kapanmanın sevinciyle mi? Bana göre, ikincisi. Çünkü bize o normal gelir, salonlardan çıkınca dışarıdaki her şeyden bihaber kalabalığa şaşar kalırız. Belki de Hülya Uçansu’nun kitabı “Nisan, Ayların En Güzeli”ni okumamışlardır. Niye “En Güzel”. Film Festivali nisanda olduğu için.

Daha önce de Festival üzerine bir başka kitap yazmıştı sevgili arkadaşımız Hülya: “Bir Uzun Mesafe Festivalcisinin Anıları: Sinema Günleri'nden İstanbul Film Festivali'ne”. Çeyrek yüzyıldan fazladır o festivalin başındaydı, yazdıklarının hepsini yaşamıştı, anlattığı kişilerle tanışmıştı. İstanbul Film Festivali’nin kurucularını ve kuruluş öykülerini anlatmıştı. “Bu defa, İstanbul Film Festivali’nde filmlerinin gösterimine ya da uluslararası Altın Lale jürisine katılmak veya kendilerine verilen ödülleri almak üzere güzel kentimize gelen önemli auteur yönetmenleri anlatmak istedim.”

Kim miydi bu ‘auteur’ yönetmenler? Emir Kusturica, Elia Kazan, Istvan Szabo, Sergey Parajanov, Bernardo Bertolucci, Gillo Pontecorvo, Ettore Scola, Michelangelo Antonioni, Jerry Schatzberg, Estela Bravo, Jane Campion, Costa-Gavras. Ne mutlu bana ki, hepsini (bazen yakından, bazen uzaktan) gördüm, hatta kimiyle sohbet ettim.

BAŞKA BİR YIL: 1984

En iyi hatırladığım yıl, 1984. Sinema Günleri’nin (yürekten benimsediğimiz oturmuş bir isimdir) İstanbul Festivali’nin bir parçası olan bu genç etkinliğin daha önceleri de peşinden koşardık ama 1984’te unutulmaz bir program vardı, kataloğunun görünüşüyle bile “Bu yıl başka bir yıl” diyordu sanki. Sevdiğimiz pek çok da yönetmen, kimi filmleriyle, kimi bizzat ziyaretçi olarak: Birkaç yıl sonra Ankara’da, sanırım Gezici Festival’e geldiğinde sohbet edebildiğimiz Profesör Krysztof Zanussi, henüz “1984”ü gösterime girmemişken söyleşi yaptığım “Yükselen yıldız” Emir Kusturica (“1984” tam da 1984’te gösterime girecek diye çok memnundu), sadece filmleriyle orada olan Antonioni, Tarkovski, Joris İvens, Fassbinder, bu yıl da dizi olarak yaptığı “Ripley” ile adı dillerde dolaşan Wim Wenders’in aynı fasıldan filmi “Hammett”, Claude Goretta…

Özellikle hatırladıklarım ise, Tarkovski’nin “Nostalghia”sı, örneğin. Sıkılıp filmin ortasında çıkan bir seyirci grubuna rastlamıştım. Milliyet’teki “ek” ekibime ne diyeceğim diye düşünüp duruyordum. Ertesi gün Enis beni yakalayıp “Beğendin mi?” diye sorunca gözümü karartıp, “Ben beğendim arkadaşlar, sizi bilmem!” dedim. Meğer onlar da (Enis Batur, Ömer Madra, Oruç Aruoba) çok beğenmişler. Bir de Burçak Evren’i duydum beğenen ama sonradan herkes pek beğenir oldu. Ama o yılın kahramanı Carlo Saura, daha doğrusu “Carmen” ve “Kanlı Düğün”ün başrollerindeki flamenkocu Antonio Gades’di. Hanımların “Gades” avazeleri semaları sarsıyordu. Ben de filmden karanlıkta çıkmış, yükseklik korkumla tavuk karası gözlerimi unutup Tan Sineması yakınındaki üst geçitten kuş gibi geçmiştim.

Ama 1984, programı bir yana, benim için ayrıca anlam taşıyan bir yıldı, çünkü ilk film eleştirimi o yıl arkadaşlarımın, özellikle de Enis’in dürtüklemesiyle yazdım. Aslında ödüm kopuyordu ama, “Ve Gemi Geliyor”a kimsenin itirazı olmayınca (Sadece Oruç, “Keşke bana sorsaydın, gergedanı unutmuşsun,” dedi) ertesi gün “Mario Ricci’nin Ölümü’nü yazabilir miyim?” demeye başlamıştım. Bu arada, o sıralar henüz “Gergedan” dergisini çıkarmıyorduk.

Peter Greenaway’i çok sevdiğim için onun festivale geldiği yıl, yalvar yakar akşam yemeğine katılmıştım. Kendisiyle söyleşe yapma iznini de aldık. Beni yanına oturttu ve hayatım hakkında sorguya çekmeye başladı. Yemek bittiğinde ben Greenaway hakkında daha önce ne biliyorsam sadece onları biliyordum. Ama o benim eski deyişle cemaziyelevvelimi, yani gelmişimi geçmişimi öğrenmişti. Çok da eğlenmişe benziyordu.

NEREDE O ESKİ…

Hülya Uçansu’nun büyük bir sürprizini de unutamam. Dünya sinemasının lobisinde dolaşıyorduk. Konuğuyla geldiği haberini alınca, iç kapıya koştuk. Hülya yanında uzun boylu, esmerce, yakışıklı bir adamla geldi. Bernardo Bertolucci konuk listesinde yoktu. Ama yanındaki bey fena halde Bertolucci’ye benziyordu. Zarif evsahibemizin kulağına eğildim. “Yanındaki, tahmin ettiğim kişi mi?” dedim, “Ta kendisi!” dedi.

Ken Loach’un daha önceden ahbap olduk diye bir tek benimle yaptığı söyleşinin teypte kendi kendine silinmesi, İKSV’de herkes, başta Sara, Ettore Scola’ya ulaşma paniğine kapılmışken, çalan telefondan gelen ve bizim bile duyduğumuz davudi ses: “Sara? Ettore!” Cafer Penahi ile Luvr Apartmanı’ndaki sohbetlerimiz, The Marmara’da “Nar o Ney”in yönetmeni Said Ebrahimifar ile Altın Lale jüri sonuçlarını beklerken kızların koşarak gelip müjdeyi vermesi: “Said aldı! Said aldı!”

Anlatmakla bitmez… O filmler, sinemacılar, coşkulu izleyiciler. Ancak her şey aynı değil. Biz gene coşkuluyuz ama o filmler, o sinemacılar yok gibi geliyor bana! Gene de yaşasın İstanbul Film Festivali! Nicesine…