Günümüz insanının ilişkilerde arzuladığı şey ise farklı. İlişkilerde bağlayıcılığı olmayan bir bağlantı arzusu peşindeler sanki.

“Adanmış yürek” sözüyle ilk defa karşılaştığım ânı düşündüm. İlkgençliğimde, Beyoğlu’ndaki Boğaz’ı gören Cennet Bahçesi’ndeki masalardan birinde oturmuş dökülen yapraklarıyla sonbaharı yaşarken, sevgilime Attilâ İlhan’dan şiirler okuyordum. Sevgilim Fransızca öğreniyordu ve ona şiir okurken dizelerden birinde geçen “sacré cœur”ün ne olduğunu sormuştum. “Adanmış yürek” diye çevirmişti. Kutsal yerine, adanmış sözcüğünü tercih etmişti. Bir davaya, aşka, sanata, bilime insanın kendini adamasındaki yücelik… İkimiz de birer “adanmış yürek”tik ve bu adanmışlık bizi yücelten bir şeydi, hayatımıza anlam katan…


Günümüzde “adanmış” olmak, çoğu kişiye ürkütücü geliyor, anlamsız, belki de gülünç… Kendini adadığını söyleyen biri, saplantılı biriymiş gibi görülebiliyor. Eski Yeşilçam filmlerindeki aşklara bakınca, eskiden insanların her şeyi saplantılı bir biçimde yaşadığı bile düşünülebilir. Adanmışlıkla saplantılı olmak, elbette aynı şey değil, hayal kurmakla fantezinin aynı şey olmaması gibi. Biri bilinçliyken, diğeri bilinçdışıyla ilgili.

Günümüz insanının ilişkilerde arzuladığı şey ise farklı. İlişkilerde bağlayıcılığı olmayan bir bağlantı arzusu peşindeler sanki. Günümüzde ilişki, geliştirilmesi ya da kazanılması gereken bir yetenek gibi algılanıyor daha çok. Instagram’da başkalarından beğeni almak için, onların gönderilerini gerçekte beğenmesen bile beğenmen şart. İlişki için karşılıklı etkileşim, daha çok bu şekilde yaşanıyor, sahte ve yüzeysel olanla gerçek ve derin arasındaki sınırlar belirsizleşiyor. Ben seni gördüm, sen de beni gör alışverişi. Beni görmüyorsan, ben de seni görmeyeceğim. Bağlantının kendisi, bağlantının içeriğinden daha önemli. Instagram’da birinin birini takip etmeyi bırakması, bu yüzden ağır bir saldırı olarak yaşanıyor; çünkü benlik, şişirilmiş bir personanın ardında zayıfladığı için kolayca dağılıyor. Başkalarından gelecek beğeniye duyulan muhtaçlık, o kişiyi olduğundan farklı, sahte bir kendilik inşa etmeye zorluyor. Artık kendi zevklerinden uzak, başkalarının beğenilerine göre şekil alan, “mış gibi” yaşayan, kendisine yabancılaşan biri olmak, benliği zayıflattıkça korunmasızlaştırıyor. Bu yüzden, çok fazla arkadaşı, yani bağlantısı ve takipçisi olmasına rağmen kendisini yalnız hissedenler az değil. Bunun sonucu olarak kendini gerçek ve canlı hissedememe, hatta sahtekârmış gibi görme ve başkalarından gelecek her ilişki talebini sahte ve yüzeysel olarak nitelendirerek kendini izole etme eğilimi ortaya çıkabiliyor. Hayal kurmaktan çok, gerçekliği inkâra dayalı fantezilere bağlanan biri için hayatın kaçınılmaz olarak sunduğu hayal kırıklıklarına tahammül edebilme ve sindirebilme kapasitesi de düştükçe düşüyor. Bir seçim yenilgisi siyasetten soğumasına ya da bir ilişki başarısızlığı aşka duyduğu inancı yitirmesine neden olabiliyor. Adanmış bir yüreği ise hayal kırıklıkları daha çok coşturur, çektiği ya da çekeceği acıların onu olgunlaştırıp güçlendireceğine inanır.

Adanmış biri için, kendini adadığı şeyden önce, adanmışlık düşüncesi önemlidir. Adanmışlığın insanın kendisinden bir kaçış çabası olduğu düşünülebilir mi? Adam Philips’in iddia ettiği gibi, adanmışlığın karşıtı kesinliklerden uzak ve sürprizlere açık olan flört düşüncesi midir? Günümüz insanı için flörtün, sadece cinsellikte değil, başka inanç, fikir ve olasılıklarla yaşadığı bu yüzeysel görünen ilişki biçiminin anlamı nedir? Bir insan hem adanmış, hem de flörtöz olamaz mı, sınırlar nerede başlayıp sona eriyor? Adanmışlığın ve flörtözlüğün, seçme kaygısıyla ilişkisi nedir? Eski Yeşilçam filmlerindeki kendilerini bir aşka adayanlarla, günümüz televizyon dizilerindeki flörtöz kişiler arasındaki ayırıcı özellikler nelerdir? Gelecek güzel günler uğruna “şimdi”yi feda eden eski zaman insanları, ne oldu da ânı yaşamaya ve gelecek güzel günleri “şimdi ve burada” istemeye başladı? Bu soruların yanıtlarını, psikoterapi uygulamalarını merkeze koyarak psikoloji, antropoloji ve felsefe üçgeni içerisinde aramak mümkün.

Flörtöz bir adanmış yürek olarak, artık mazide kalmış bir mekânda, Cennet Bahçesi’nde, şiirlerdeki ve romanlardaki bütün o adanmışlıkları anarak düşüncelere daldığımda, sonbaharın o ılık esintisi yerini soğuk rüzgârlara bırakıyor.

İnsanın mitolojilere konu olan evrensel trajik suçluluğu, her sorunun yanıtında kendisini hissettiriyor.