Ak sarayın arkası

Son dört yıllık gidişata bakınca, Trump iktidarının dünya kültürüne en büyük katkısı Afro-Amerikan sinemasındaki hızlı değişimmiş gibi görünüyor. Trump öncesi dönemde ABD’deki ırk sorunlarıyla ilgili anlatıların en sert yönetmeni Spike Lee idi. Irkçılığın ‘beyaz ev’de oturan en yetkili ağzın temel söylemi haline geldiği 2016’dan bu yana, Spike Lee filmlerini bile yumuşak gösterecek yeni yönetmenlerle tanışıyoruz. Jordan Peele’in -Get Out (2017), Us (2019)- başını çektiği bu yeni kuşağın iki genç üyesi, Gerard Bush ve Christopher Renz, bu yıl Antebellum ile ortaya çıktılar.

“Geçmiş asla ölü değildir. Hatta geçmiş bile değildir.” William Faulkner’dan yapılan bu alıntıyla açılan Antebellum, her şeyin özeti olan, bugünle dün ve yarın arasındaki diyalektik bağları gösteren kesintisiz ve epey uzun bir planla (plan-sekans) başlıyor: Günbatımında, bembeyaz bir malikânenin önündeki yeşil alanda çiçek toplayan, mutlulukla oynayan bir kız çocuğu görüyoruz. Kamera kızı takip ederken ihtişamlı merdivenlerden ağır adımlarla inen genç anne görüntüye giriyor.


Küçük kızla anne merdivenlerde buluşurken kamera hareketine devam ediyor, malikânenin arkasına doğru geçiyoruz. O güzel, masalsı evin arkasındaki arazide gri üniformalı konfederasyon askerleri, büyük çadırlar kurarak bir karargâh inşa ediyor. Böylece hikâyenin Amerikan İç Savaşı zamanında (1860lar) geçtiğini anlıyoruz. Kamera kesintisiz devinimini sürdürüyor, dev çadırın içinden geçiyor, temizlik yapan, çamaşır asan köleleri görüyoruz.

Kamera bembeyaz çamaşırların arasından geçip daha arkaya ilerliyor, konfederasyon bayrağını asan bir askeri gösteriyor. Sonra başka köleler görüyoruz; pamuk tarlalarından barakalarına dönüyorlar. Üzerinde elleri bağlı bir kadının -kaçak bir köle- bulunduğu bir atla birkaç askeri takip ediyoruz.

Köle barakalarının arasından geçen kamera, atın üzerindeki kadının bir asker tarafından sertçe yere yıkılışını gösteriyor. O sırada bir grup asker biri kadın biri erkek iki köleyi zapt etmeye çalışıyor. Onlar erkekle uğraşırken kadın koşarak uzaklaşıyor. Atının üstünde tüm ihtişamıyla bir komutan kadraja giriyor. Kadının koştuğu yöne alaycı bir bakışla bakan komutan, atını mahmuzluyor. Çekim bitiyor.

İşte Antebellum, mutlu insanların yaşadığı o güzel ‘beyaz ev’in arkasında aslında nasıl korkunç bir trajedinin yattığını gösteren bu planla başlıyor. Hikâye, Eden adlı dirençli ve güçlü genç kadını merkeze koyarak kölelerin yaşadığı gündelik eziyetle ilerliyor. Sonra birden kendimizi 160 yıl sonrasında buluyoruz. Eden’ı bu sefer Veronica olarak izliyoruz. 2020’nin dünyasındaki Veronica da Eden gibi güçlü bir karakter; Amerikan Anayasa Tarihi konusunda doktora yapmış, siyah ve kadın haklarını cesur biçimde tartışan bir sosyolog. Bir konferans için şehir dışına çıkan Veronica, 160 yıl önce Eden’ın köle olarak tutulduğu plantasyonun damgasını taşıyan bir ‘kelle avcısı’ tarafından takip ediliyor. Böylece anlatı, 1860 Amerikası’yla 2020 Amerikası arasındaki benzerlik ve tarihsel bağlantıların anlatısına dönüşüyor.

(DİKKAT, SPOILER!) Finale doğru bu benzerlik ve bağlantıların sembolik değil somut gerçeklik olduğunu görüyoruz: Irkçı faşist beyazlar, bir senatörün önderliğinde, kaçırdıkları siyahileri simülatif bir pamuk plantasyonunda köle yapıp zulmetmektedir.

‘Beyaz ev’in arkasındaki alanda bir de ceset yakma barakası (krematoryum) olduğunu görürüz. Bu gönderme sadece Nazi toplama kamplarını değil, politik toplantılarda dehşetli bir özgüvenle Nazi selamı veren Trump destekçisi neo-faşistleri de kapsıyor.

Latince ‘savaştan önce’ anlamına gelen ‘antebellum’ terimi, bugün Amerikan İç Savaşı’nın başlangıcından hemen önceki yılları ifade etmek için kullanılıyor. Geçmişle bağlantısı içinde bugüne dair bir anlatının ‘iç savaştan hemen önce’ adını taşıması çok ürkütücü tabii, ama bunun sorumlusu filmi yapanlar değil...